A- İRAN HUKUKU

A- İRAN HUKUKU:
İslâm'dan önceki İran Hukuku'na dair elimizde müdevven bir kanun veya hukuk kitabı mevcut değildir. Ancak eski İran dinlerine(8) ait an'aneler, mukaddes kitaplar, destanlar ve tarihi kaynaklarda, mevkür hukuka ait kaideler ve maddeler bulunmaktadır.

1- Dinî Kitaplarına Göre Eski İran Hukuku:
Bütün şark memleketlerinde olduğu gibi İran'da da medenî hukuk ile cezâ hukuku dine bağlıdır.
Borçlu olmak büyük bir kusurdur.
Akitler sözlü, yeminli ve kıymetine göre değişen rehinli olarak kısım ve derecelere ayrılmıştır. Akdin gereğini yerine getirmeyen kimse bir üst dereceden akdin kıymetini ödemeye mecburdur.
İmkânı olduğu halde borcunu ödemeyen hırsız sayılır.
Bir kimsenin diğerine fi'lî tecâvüzü kırbaçla cezalandırılır. Tecavüz silâh çekmekten, ağır yaralama ve duyu organını iptale kadar yedi derecede olup bunların cezası beşten doksana kadar kırbaçtır. Kırbaç, tazminat ödenerek satın alınabilir.
Gerçeğin ve suçlunun anlaşılabilmesi için bir müddet suya batırma, kaynar sudan altın yüzüğü çıkarma ve ateş ile "manevî tecrübe" esası kabul edilmiştir.
Avesta'da evlilikten çok az bahsedilmiştir. Taaddüd-i zevcât ve kardeşlerin birbiriyle evlenmeleri tecviz edilmiştir.
Avesta şahsî intikam hakkını da tanımıştır.

2- Diğer Kaynaklara Göre İran Hukuku:
a) İdare şekli:
İran'da istibdad ve zâdegânlık, bir nevi derebeylik hâkim idi. Sâsâniler zamanında derebeyliklerin hükümdara bağlılığı sıkı ve kuvvetli idi.
Ahâli, dört sınıfa ayrılmıştı: Kâhinler (mûbed), asiller (zâdegân), çiftçiler ve zanâatkârlar. Rivâyetler bu taksimi Zerdüşt'e kadar çıkarır. Ancak burada sınıflar Hindistan'daki kastlar gibi değildir; birinden diğerine geçmek mümkündür.
"Dihkan" denilen ve kendi topraklarında oturan zâdegân, milletin asıl kuvvetini teşkil eder, onların emrinde çiftçiler bir nevi köle gibi yaşarlardı. Dihkanlar gerekli askeri temine mecbur idiler. Ayrıca esaret, borç ve vergi kaynaklarından da köle elde edilirdi. Borcunu ödemeyen, vergisini veremiyen köle olarak satılır ve "köle azad edilmez" idi.
Mûbedler arasından seçilen hâkimler gezgin idi, dolaştıkları yerlerde mahkeme kurar, çok nadir dâvaları hükümdara havâle ederlerdi.

b) Âile:
Millet kabîlelere, kabileler -dedelere göre- kısımlara ve hânelere bölünmüştü. Hâne reisinin çocuklar, hatta evden ayrılmamış kardeşler üzerinde -öldürmeye kadar varan- mutlak bir hâkimiyeti vardı.
Kadın hâne içinde hürmet görür ve birden fazla kadınla evlenmek caiz olmasına rağmen evde meşru olarak yalnız bir kadın bulunurdu.
İran âile hukukunu diğer "Hindî-Avrupâî" milletlerin hukuklarından ayıran husus, kardeşler, ebeveyn ve çocukları arasında fuhşu menetmesi bir yana teşvik eylemiş olmasıdır.
Evlenirken kız ailesinden satın alınır, tayin edilen bir çeyizi de baba veya akrabasından alarak koca evine götürürdü.
Koca, zifaf gecesinin sonunda bin ilâ ikibin gümüş ve iki altınlık bir "sabah bahşişi" verirdi.
Alınan zevcenin kız veya dul oluşuna, velinin rızası bulunup bulunmayışına ve ortaya sürülen şartlara göre beş nevi evlilik tesbit edilmiştir.

c) Evlâtlık ve kardeşlik edinme:
Bir askerî merasim veya senetle evlât edinme muâmelesi câri idi.
Çok defa savaşçılar arasında kardeşlik akdi de yapılırdı.
d) Mülkiyet hakkı:
İranlılar ticaret ve zanâatla meşgul olmazlardı. Bunları kendi arzularıyla Yunanlı veya Yahudilere bırakmışlardı. Onlar ziraatle meşgul olurlardı. Sulama usûlü çok ileri gitmişti.
Bazan devlet su kanalları açar, çok defa bunu halka bırakır ve arâziyi suya kavuşturana, mükâfat olmak üzere, beş batın süresince istifâde hakkı tanırdı.
Son Sâsânî hükümdarlarından birisi tarafından tesis edilmiş bir "Ziraat Bankası"ndan bile bahsedilmektedir.
Nehrin iki yakasında arâzisi olanların nehirdeki tasarruf hakları bir atın bacağı görünmeyecek noktaya kadar uzanırdı.
Taşınmaz (gayr-i menkul) malların intikali ancak yazılı olur; ayrıca kırk yıllık mürûr-i zamanla da mülkiyet sabit olurdu.
Bulunan eşya hükümdara ait idi.

e) Vergi:
Arâzi vergiye tâbi idi. Önceleri mahsûlün üçte veya dertte biri aynen alınırdı. Sonra -500 milâdî yılına doğru- arâzi yazılarak bir ıslâhât yapıldı ve aynı zamanda nakdi vergi esası getirildi.
Umûmiyetle vergi ve toplama usulü ağır ve amansız idi.

f) Miras:
Vasiyet yoksa terike ö
lünün erkek ve evlenmemiş kız çocukları ve eşleri arasında eşit olarak taksim edilirdi. Evli kızların daha önce babalarından aldıkları çeyiz onların miras hissesi sayılmıştır. Hayatta malın hepsini hibe etmek caizdir. Fakat vasiyyet ancak varislerin hepsine şâmil ise geçerlidir.

g) Mallarda ortaklık:
Bir ara Mezdek isimli bir sahte peygamber ortaya çıkarak mal ve kadınlarda ortaklık fikrini ortaya attı. Mezhebi süratle yayıldı. Zamanın hükümdarı Kubâd onunla müzakereye oturmak mecburiyetinde kaldı. Fakat çok geçmeden reaksiyon baş gösterdi. Kubâd'ın oğlu Kisrâ Nûşirevân, mûbedlerin yardımıyle Mezdek'in sahtekârlığına ikna edildi, mezhebi ortadan kaldırıldı. Aileler yeniden teşkil edildi ve mallar da sahiplerine iade edildi. (M. 528 senesine doğru).

h) Yazılı vesika:
Menkul olmayan mallar yazılı senetlerle alınır satılırdı. Akitler için de bükülmüş, üzeri üç şahit tarafından imzalanmış senetler kullanılırdı.
Menkullerin satışında akit malın değil, bedelin teslimi ile kesinleşirdi.

i) Kefâlet:
Veresiye alış-veriş ve akitlerde kefil istenirdi. Alacaklı önce kefile baş vururdu. Kefil de borçludan rehin alırdı. Kefilsiz borçlar vecibe doğurmazdı.

ı) Ceza:
Ceza intikam esasına dayanır, ağırdır ve şahsî değildir.
Birisi diğerini öldürünce maktûlün yakınları büyük bir gürültü ve ağıt ile hâkime baş vururlar. Hâkim onları diyet (tazminat) alarak katili affetmeleri için ikna etmeye çalışır. Kabul etmezlerse katili teslim eder, onu öldürür hatta bazen kanını dahi içerlerdi.
İran şahlarından Perviz'in: "Babasını öldüreni öldürmeyen piçtir" dediği meşhurdur.
Devlete hiyanet eden kimse, âile efradıyla beraber öldürülürdü.
Askerden kaçmak veya askere gitmemek, dinden çıkmak da idamı gerektirirdi.
Devlet aleyhinde işlenen ağır suçlar gözlerin çıkarılması, el veya ayakların kesilmesi gibi cezalarla karşılanır. Ancak bu cezaların paraya çevrilmesi de mümkündür.

j) Muhâkeme usûlü:
Suçu isbat için şahid aranır, erkek, tek şahidin -akraba da olsa- şahitliği kâfi gelirdi.
Şahid yoksa işkence ve manevî tecrübeye baş vurulurdu.
Suçlunun geçmişi göz önüne alınır, iyi halleri hafifletici sebeb olurdu.
İran hâkimleri ilâmlarına gerekçe yazmazlardı.(9)

8. İran Hukuku üzerinde iki dinin önemli tesirleri olmuştur: Mazdeizm ve Maniheizm.
Mazdeizm (Zerdüşt Dini): Zerdüşt -rivâyete göre- MÖ 7. asırda İran'da yaşamış bir din kurucusudur.
Zerdüşt'e göre iki ilâh vardır: Ahura-Mazda (hayır ilâhı), Ahriman (şer, kötülük ilâhı); birincisi bütün hayır ve iyiliklerin, ikincisi ise her nevi kötülüğün yaratıcısıdır. Bu ikisi devamlı mücadele halindedir. İnananların vazifesi hayır ilâhının zaferine yardım etmektir. Ve bu ilâh mutlaka Ahriman'a galip gelecektir.
Bugün İran'da "Gebr" denilen Mazdeistler oldukça azdır. İslâmın zuhurunda İran'ı terkederek Hindistan'a yerleşen Mazdeistlere burada "Parsî" denmektedir.
Mazdeizm'in mukaddes kitabı "Zend-Avesta"dır. Birçok ahlâkî hükümleri ihtiva eder. Avesta'nın birinci bölümünde (vendidad) medenî ve mezhebî kanunlar yer almaktadır. Bu dinde ziraat ibadet telâkkî edilmiştir.
Maniheizm: Hıristiyanlık ile Zerdüşt dinin birleştirilmesiyle meydana getirilmiş olan bu dinin kurucusu Manikhe ve Manes (M. 215-276. ismiyle bilinen bir İranlıdır. Manes, Zerdüşt dininden nur ile zulmet, hayır ile şer inancını almıştır. Ancak bunlar ebedîdir. Birincisini Allah yaratmıştır. Şer ve zulmetin mümessili ise şeytandır. Bu ikilik insanlarda da mevuttur. İnsanın iki ruhu vardır: Hayır ruhundan iyilikler ve iyi vasıflar, şer ruhundan ise bunların zıtları doğar.
Manes, hıristiyanlıktan da İsâ'nın ulûhiyeti inancını almıştır. O, insanlardaki nur ve ziyâyı inkişâf ettirmek için gelmiştir; insanlığın kurtuluşu İsâ sayesinde olacaktır.
Manes, İsâ dinini ikmâli için geldiğini ve İsâ'nın çarmıha gerilmediğini iddia eder. O'na göre ölümden sonra cismânî dirilme yoktur.
Manes zahitliği, dünyadan vazgeçmeyi tavsiye eder. Katil , zina, cimrilik, yalan gibi fiil ve duyguların terkini ister.
Meşhur Saint Augustin (354-430) hıristiyan olmadan önce maniheist idi. Bu din üçüncü asrın sonu ve 4. asrın başlarında Irak, Mısır, Şimâlî, Afrika, İran ve Çin Türkistanı'nda hayli yayılmış idi. Araplar bu dinin saliklerine "zındık" derler.
Prof. S. Maksûdî Arsal, age., s. 58-62.
9. el-Makdisî, el-Bed'u ve't-târîh, C. IV, s. 21, 26 vd.; Mahmud Es'ad, Târih-i İlm-i Hukuk, İstanbul, 1331, s. 169-183.