Fâstd İstidlaller :

Fâstd İstidlaller :


346 - : Mefhumu muhalefet ile istidlal, Hanefiyece vücuhü fâside-den olduğu gibi nazımda mukarenetin hükümde müsavatı icap edeceği­ne kail olmak da Hanefîlerce vücuhü fasidedendir. Bu müsavata kail olan şafiîler diyorlar ki:

Meselâ: «Cae Zeydün ve Amr - Zeyd ve Amr geldi» denilse Amr, nazmen Zeyde mukarin bulunmuş olur. O hâlde Zeydin gelmesi hakkın­daki hükme Amr da dahil bulunur.

Kezalik: âyeti kerimesindeki zekât, salât üze­rine atfedilmiş, aralarında nazmen mukarenet bulunmuştur. Namaz ile baliğ ve baliğe olanlar mükellef oldukları gibi zekât ile de bunlar mü­kelleftirler. Çocuklar ise namaz ile mükellef olmadıklarından zekât ile de mükellef olmazlar. Çünkü matufun aleyhin hükmü, arasındaki muka-reneti kelâmiyeden dolayı mâtufda da carîdir.

Buna cevaben deniliyor ki: matuf, bir cümlei müstakille olmadığı takdirde kendisinden tam bir mânâ münfehim olabilmek için hükümde matufun aleyhe müsavi olmasına ihtiyaç vardır. Fakat matuf, müstakil bir cümle olursa bu müsavatı her hâlde müfit olmaz. Âyeti celîle ile muhatap olanlar, baliğ ve baliğe olanlardır. Çocukların zekât ile mükel­lef olmamaları ise bununla değil, başka delil ile sabittir. Bir hitabın mu­ayyen bir zümreye tevcih edilmesi, o hitabın artık başka bir zümreye tevcih edilmeyeceğine delâlet etmez. Böyle bir şey haricî bir delilden an­laşılır.

347 - : Âmmi sebebine tahsis dahi Hanefîlerce vücuhi fasideden-dir. Bir lâfzı âmı sebebi nüzul veya vürudüne hasrederek maadasından hükmünü nefy etmek doğru değildir. Meselâ: sirkat hakkındaki âyeti kerime, Safvan adında bir zatın ridasının çalınması üzerine nazil olmuş­tur. Bunun hükmü, yalnız Safvanın ridasım çalmış olana mahsus değil­dir, belki bütün sarikler hakkında caridir.

Hâsılı: âm olan bir delil, has olan sebebine münhasır değildir, bel­ki o sebepte müşterek olan bütün fertlere şâmildir.

348 - : Mâlikîler ile Şafiîler ise âmin sebebine tahsis edileceğine kail olmuşlardır. Bunlara göre eğer âm. sebebine tahsis edilmezse bu âmmin hükmünden bazı efradını içtihat ile tahsis caiz olduğu gibi o ef­rattan biri olan bu sebebi de içtihat ile tahsis caiz olmak lâzım gelir. Artık ânımın hükmü o sebepde cari olmaz. O hâlde bu sebebin beyanı zait olur, bunun bir kıymeti kalmaz.

Kezalik: Eğer âm sebebine muhtes bulunmayıp sair ferdlere de şâ­mil olsa cevap, suale mutabık olmamış olur. Halbuki cevabın suale mu­tabakatı lâzımdır.

Buna Hanefîlerce şöyle cevap verilmektedir: âmmin tahsis kabul et­meyen bazı efradı vardır. Sebebi nüzul veya vürudu da o kabilden olabi­lir. Tahsis ihtimali, herhalde tahsis vukuunu iktiza etmez. Sonra ceva­bın suale mutabakatı lüzumu, herhalde cevabın suale müsavî olmasını icap etmez, cevap bazı fâideler mülâhazasile sualden daha şümullü ola­bilir. Elverir ki, sailin istediğini yerine getirsin, ona istediği malûmatı versin. îşte bu hâlde sual ile cevap arasında mutabakat husule gelmiş olur. Nitekim: suali cehline Hazreti Musa'nın verdiği cevap, bu kabildendir. Hazreti Musa, Cenabıhakkın manevî huzurunda fazla mükâlemede bulunmak şerefine nailiyet için uzunca cevap verme­ği İhtiyar etrtüştir.

349 - : Âmrai mütekelümin garazına tahsis dahi Hanefîlerce vücu-hü fâsidedendir. Şafiîler ise buna kaildirler. Onlara göre bir âmmin irad edilmesindeki garaz, mütekellimin sözünde musarrah gibidir. O hâlde su-reten âm görülen bir lâfız, manen elfazı 'hassadan"" olmuş olur, o garaza münhasır bulunur. Meselâ: (^ J jljVljl) âyeti kerimesindeki ibrar-dan muradı ilâhî, eshabı kiramdır. Binaenaleyh bu âyetteki cennetle mü-beşşeriyet hükmü, yalnız eshabı kirama mahsustur, sair ebrara şâmil değildir. Hanefîler buna cevaben diyorlar ki: âmmi mütekellimin garazı­na tahsis, âmmin muktezasım iptale müeddî olur. O hâlde mentukun hükmünü bırakıp meskûtün anhin hükmile amel etmeği iktiza eder ki bu, kavaidi lisaniycye muhaliftir. Binaenaleyh âyeti kerime, mutlaka eb-rar olanlarırrnaili naim olacaklarını mübeşşirdir, eshabı kiram da ebrar-dan olduklarından bu mübeşşeriyyet, onlara da, sair ebrara da şâmildir.

350 - : Mutlakı kıyasa muvafakat şartile olsun.olmasın mukayye-de hami dahi Hanefîlerce vücuhü fâsidedendir. Şafiîlerden bazılarına gö­re mutlak, herhalde mukayyede hami olunur. Zira kayıt, şart mecrasın­da carîdir. Kıyas bu hamli icap etsin etmesin müsavidir. Bazı zatlara göre de mutlak kıyasa muvafakat şartile mukayyede hami olunur. Yâni: mukayyetten maksat ne ise mutlaktan maksat da o olmuş olur.

Meselâ: Keffareti yemin ile keffareti ziharda,, alelıtlak, yâni: mü­min olsun olmasın bir rakabe azat edilmesi Hanefiyece kâfidir. Çünkü bunların hakkında rakabe, mutlak olarak zikredilmiştir. Keffareti katil­de ise rakabenin mümin olması lâzımdır. Zira bunun hakkındaki raka­be, mümin olmakla mukayyettir.

Binaenaleyh keffareti yemin ile keffareti zihar hakkındaki mutlak rakabeyi kefareti katildeki mukayyet rakabeye hami etmek Hanefîlerce icap etmez, Şafiîîerce icap eder.

Şafülere göre madem ki, hepsi keffarettir, artık katilde kifayet et­meyen gayri mümin>rakabe, keffareti yemin ve ziharda da kifayet et­mez. Şafiîlerin bu tarzı istidâli ise Hanefîlerce saih değildir. Bir cürm için kâfi bir ceza olmayan bir şey, diğer bir cürm için kâfi bir ceza ola­bilir, îsimde iştirak, hükümde müsavatı müstelzim olmaz. Böyle bir hami, hükmü şer'îyi iptaldir ve nas mukabilinde kıyas tarikine gitmek­tir. Halbuki kıyasın şartı, nas'sm bulunmamasıdır. (Mutlak ve mukay­yet mebhasine de müracaat.) [1]