5- İstidlâl (telâzüm, istishâb, istislâh, istihsân...)
5- İstidlâl:
Kur'ân-ı Kerîm'den ve Sünnet'ten, dil bilgisine ve kaidelerine dayanılarak bilgi ve hüküm elde edildiği gibi bu hükümlerin gerekçesine (illetine) dayanmak suretiyle kıyas yoluyla da hüküm ve bilgi sahibi olmak mümkündür. Bunların dışında kalan bilgi ve hüküm elde etme yolları "istidlâl" kelimesi ile ifade edilmektedir. Hz. Peygamber ve ashâbının istidlâl yolunu kullanıp kullanmadıklarını araştırmak üzere bunun başlıca çeşitlerini teker teker ele almak gerekecektir:
a) İki hüküm arasındaki gerektirme bağlantısı (telâzüm):
İnsanlar önce mantık kaidelerine göre düşünmüş, bu kaidelerin adını koymadan onları düşüncesinde kullanmışlar, sonra da -zamanı gelince- mantık ilmini ve kaidelerini tesbit etmişler, sistemleştirmiş ve tedris eylemişlerdir. İslâm dünyasına mantık ilminin, Emevîler devrinden itibaren Yunan felsefesinin tercümesi yoluyla geçtiği bilinmektedir. Ancak gerek Peygamberimizin ve gerekse ashâbının birçok akıl yürütme işleminde -adını koymadan- mantıkçıların kıyaslarını kullandıkları anlaşılmaktadır. Yukarıda "telâzüm" kelimesiyle ifade edilen akıl yürütme şekli tamamen mantıkçıların kıyaslarından ibârettir. Meselâ Sa'd b. Muâz'ın hakem olduğu hâdisede şöyle bir kıyas yaptığı anlaşılmaktadır: "Benî-Kurayza müslümanlara karşı savaşmışlardır. Müslümanlara karşı her savaşanın eli silah tutanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir. Sonuç: Benî-Kurayza'nın eli silah tutanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir." Burada birinci ve ikinci cümleler (mukaddimeler) birer hüküm ifade etmekte, bu iki hüküm arasında mezkür sonucu gerektiren bir bağlantı bulunmaktadır.
b) İstishâb:
Sonraki devirlerde hanbelîler ve zâhirîler tarafından çokça kullanılan istishâb "varlığı sabit olan bir hüküm ve durumun geçmişte veya halihazırda da var sayılması" esasına dayanmaktadır ve çeşitleri vardır. Rasûlullah (s.a.) zamanında mevcut olan istishâb üç çeşittir:
aa) Akıl veya hukukun (şer'in) varlık (sübût) ve devamına delâlet ettikleri şeyin var sayılması, var kabul edilmesidir. Meselâ mülkiyetin sübutunu gerektiren sözün sarfedilmesi üzerine bu hakkın sübutu, borçlanma veya itlâf vaki olunca zimmette borcun sübutu, nikâh akdi yapıldıktan sonra karı koca arasındaki "helal olma" hükmünün devamı bu nevi istishâba dayanmaktadır.
ab) Aklın delaleti ile bilinen asıl yokluğun (el-ademu'l-aslî) hukukî hükümlerde de yok sayılması (istishâbı): "Şer'î (dînî-hukukî) bir delil bulunmadıkça, böyle bir delile dayalı bir değişiklik vukubulmadıkça yükümlülük de yoktur" hükmü böyle bir istishâba dayanmaktadır. Meselâ Kitâb ve Sünnet'ten bir delil bulunmadıkça müslümanın, altıncı bir namaz ile mükellef olması düşünülemez.
ac) Bazı nasların özelleştirilmiş, kayıtlanmış olması, bazılarının da -Rasûlullah zamanında- neshedilmiş bulunmaları ihtimaline rağmen -bu ihtimallerin vukuu bilinmedikçe- mezkür naslarla amel edilmesi de bir nevi istishâba dayanmakta, bu naslar anlaşıldıkları ve oldukları gibi yürürlükte kabul edilmektedir. Bu üç nevi istishâb (hükme varma yolu) Rasûlullah zamanında da kullanılmıştır; ancak bunlardan üçüncüsü daha ziyade ashâb için söz konusudur.
c) Önceki semâvî dinlere ait hükümler:
Bir önceki din çeşitli sebeplerle devrini tamamlayıp yeni bir peygambere ve kitaba ihtiyaç hasıl olunca Allah Teâlâ yeni peygamberi göndermekte, baştan beri devam eden değişmez din prensipleri yanında değişen hüküm ve kaideler koymaktadır. Buna göre prensip olarak her yeni din bir öncekini yürürlükten kaldırmaktadır. Önceki dinlerde mevcut hüküm ve kaidelerin İslâm dini ve müslümanlar bakımından da geçerli olabilmesi için mevsuk ve mûteber bir kaynakta (Kur'ân-ı Kerîm, sahih hadîsler) zikredilmesi ve ayrıca peygamberimiz tarafından yürürlükten kaldırılmamış bulunması şarttır. Hz. Peygamber (s.a.) Medîne'ye hicret edince buradaki yahûdîlerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını görerek niçin tuttuklarını sordu. "Bugün Allah Mûsâ'yı kurtarmıştı" dediler, "Biz Mûsâ'ya onlardan daha yakınız" buyurarak kendisi de o gün oruç tuttu.(17) Bu ve benzeri vakıalar önceki dinlere ait bazı hükümlerin İslâm'da da yürürlükte kaldığına örnek olarak gösterilmiştir.
d) İstihsân:
Mezhep müctehidlerinin yaşadığı devri incelerken ele alınacak olan istihsân metodu, "karşılaşan iki delilden daha kuvvetli olanı tercih" esasına dayanmaktadır. Bu metodu gerek Rasûlullah hayatta iken ve gerekse intikalinden sonra ashâbın kullandıkları anlaşılmaktadır. İleride daha çoğunu göreceğimiz örneklerden biri Hz. Ali'nin kur'a formülüdür. Yemen'de üç erkek, iki hayız arasındaki bir temizlik içinde bir kadınla (câriye) birleşmişler ve kadın da bundan hamile kalmıştı. Çocuğun kime ait olacağı konusunda ihtilâfa düşen erkekler Hz. Ali'ye başvurdular, o da şöyle hükmetti: "Aranızda kur'a çekin, kur'a kime çıkarsa çocuğu o alır ve diğer şahsa, bir tam diyetin (kan bedeli, tazminat) üçte ikisini öder." Bilâhare bu hükmü Hz. Peygambere iletmişler, O da tasvip buyurmuştur.(18) Bu meselede kıyâs (umumi kaide) çocuğun nesepsiz kalmasını, anasının çocuğu olmasını gerektirirken, Hz. Ali, çocuğun maslahatını (menfaatini) göz önüne alarak yukarıdaki hükme varmış ve faydayı kıyasa tercih ederek istihsân metodunu kullanmıştır.
e) Istıslâh:
"el-Mesâlihu'l-mursele" terimi ile de ifade edilen istıslâh metodu kıyâsa bir cihetten oldukça yakınlığı bulunan bir metoddur. Kıyâs yapabilmek için illetin bilinmesine ihtiyaç vardır, illeti tesbitin yollarından biri de münâsebettir, münâsebet illetin (nassa dayalı hükmün gerekçesinin) hikmet ve maslahata uygun bulunmasıdır. Meselâ şarabın içilmesinin haram kılınmasının illeti "sarhoşluk verme vasfıdır" denildiği zaman bu vasfı taşıyan bütün yiyecek ve içecekler yasaklanır, yasaklanınca da dinin "aklı ve hayatı koruma" hikmeti gerçekleşmiş bulunur; şu halde "sarhoşluk verme" gerekçesi, dinin, aklı ve hayatı koruma hikmetine (maksadına) münasib düşmektedir. Böyle bir vasfın, dînî-hukukî hükümde gerekçe kılındığına nas, dar veya geniş çerçevede delâlet ederse kıyas yoluna gidilir. Muayyen naslardan böyle bir mâna elde edilemiyor da birçok nassın ortaya koyduğu, "dinin genel maksatlarına" bakılıyor ve "buna uygun bulunma", "birçok konu ve hükümde ortaklaşa bulunan fayda ve maksat çerçevesine girme" esasına göre hükme varılıyorsa istislâh metodu kullanılmış olur. Kur'ân-ı Kerîm'in bir mushafta toplanması, hadîslerin resmen toplattırılıp yazdırılması, minarelerin yapılması, halkı cumaya çağırmak için bir ezan daha (ilk ezan) okutturulması... bu metoda dayalı hükümlere örnektir.
Gerek istıslâh metodu ve gerekse "harama giden yolu tıkama" mahiyetinde olan seddi-zerîa metodu, Hz. Peygamber'in irşad ve eğitimi ile yetişen ashâb tarafından O'nun yokluğunda kullanılmış, sonra da diğer müctehidlere intikal etmiştir. Yeri geldikçe bu metodların gelişmelerine temas edilecektir.
6- Hz. Peygamber ve Ashâbının İctihadı:
Fıkıh Usûlü kitaplarında Rasûlullah'ın ictihad ederek hükme varmasının caiz olup olmadığı tartışılmıştır. Tartışmanın bir tarafına göre O'nun din konusunda her söylediği vahye dayanır (Necm: 53/4), bilgi ve hüküm kaynağı olarak vahiy bulununca da ictihada ihtiyaç yoktur. Diğer tarafa göre ise O'nun söylediklerinin vahye dayalı olması, Kur'ân âyetleri ile ilgilidir, Kur'ân-ı Kerîm'de ne varsa hem mânası ve hem de sözleri ile Allah'a aittir. Allah tarafından Rasûlüne vahyedilmiştir. Sünnete gelince bunun büyük bir kısmının mânası yine Allah tarafından vahyedilmiştir, sözleri ise Allah Rasûlüne aittir ve bunların da önemli bir kısmı O'nun sözleri ile değil, ashâbın anlayış ve kavrayışlarına göre kendi sözleri ile rivayet edilmiştir. Sünnetin bir kısmının ise hem mânası ve hem de sözleri Rasûlullah'a aittir. Şüphesiz Rasûlullah'ın ictihadı, Allah'ın kontrolü altındadır, ashâbın ictihadı da Allah Rasûlü'ne arzedildikten ve O'nun tasvibini aldıktan sonra Sünnet hükmüne geçmektedir. Ancak bu gerçek, onların ictihad etmediklerine, ictihad yolunu kullanmadıklarına delil olmaz. Bizim de katıldığımız bu ikinci görüşü, geçen ve gelecek örneklere ek olarak şu misaller de teyit etmektedir:
Hz. Peygamber'in ictihadından örnekler:
a) Bedir savaşında alınan esirlere yapılacak muâmele hakkında bir vahiy gelmemişti. Hz. Peygamber meseleyi ashabiyle istişâre etti. Hz. Ömer öldürülmeleri, Hz. Ebû-Bekir fidye karşılığında salınmaları fikrini ileri sürdüler. Resûl-i Ekrem de ikinci fikre katıldı. Bu istişârî ictihad üzerine gelen âyet şöyle diyordu: "Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiç bir peygambere yaraşmaz. Gerçi dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah âhireti kazanmanızı ister; Allah aziz ve hakîmdir. Daha önceden Allah'tan bir hüküm gelmiş olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap gelirdi."(19) Bu vahiy üzerine Rasûl-i Ekrem ağlıyarak şöyle demiştir: "Fidye aldıkları için ashâbıma azâb şu ağaç kadar yaklaşmıştı... Eğer azap gelseydi Ömer'den başkası kurtulamazdı."(20)
Allah Teâlâ, ictihadında hatâ edenlere azâb etmiyeceğini beyan ettiği için azap bahis mevzûu olmamış, fakat hatâyı açıklamıştır.
b) Bazı münafıklar Tebük Seferine katılmamak için mazeretler uydurmuş ve Hz. Peygamber'den izin almışlardı. Allah Teâlâ bunun üzerine Rasûlüne şüple hitap etti: "Allah seni affetsin! Doğrular sana belli olup yalancıları da bilmeden önce niçin onlara izin verdin?"(21)
c) Hanımlarından birine Rasûl-i Ekrem şöyle demiştir: "Eğer kavmin küfürden yeni ayrılmış olmasalardı Kâbe'yi Hz. İbrahîm'in temelleri üzerine yeniden yapardım."(22)
d) Misvâk hakkında: "Ümmetime güçlük çıkarmış olmasam her namaz için misvâk kullanmalarını isterdim."(23)
Bunlar Hz. Peygamber'in, mesâlih ve mefâsidi, fayda ve zararı göz önüne alıp mukayese ederek de hüküm ve karara vardığını göstermektedir.
e) Peygamberimiz (s.a.) eşlerinden Zeyneb b. Cahş'ın odasında onun sunduğu bal şerbetini içmiş ve bu sebeple orada biraz fazlaca kalmıştı. Bu durum diğer iki eşinin kıskançlığını tahrik ettiği için aralarında sözleşerek ağzından kötü bir kokununun geldiğini söylediler. O da bir daha bal şerbeti içmemek üzere yemin etti. Bu hükmü ve davranışı vahiy mahsûlü olmadığı, kendi ictihad ve takdirine dayandığı içindir ki, hâdise üzerine gelen âyet (vahiy) şöyle diyordu: "Ey peygamber! Eşlerinin rızâsını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Tahrîm: 66/1)
f) Bedir savaşında Rasûlullah (s.a.) askeri kuyuların başladığı yere yerleştirmişti. Sahâbeden el-Habbâb "Bunu, vahiy ile mi yoksa şahsî görüş ve takdirinize göre mi yaptınız" diye sordu, vahiy ile olmadığı cevabını alınca "Uygun olanı kuyuları arkamıza almamız ve düşmanı sussuz bırakmamızdır" dedi. Hz. Peygamber bu reyi uygun bularak yeri değiştirdi. Muhtemeldir ki, Peygamberimiz düşmanı insan dışı canlılara benzeterek "onlar nasıl sudan mahrum edilemez ise bunlar da edilemez" kıyasını yapmıştı. el-Habbâb ise savaş durumunu ve düşmanın hayat hakkının bulunmadığını göz önüne alarak bir başka kıyâs veya istidlâl ile zikredilen görüşünü ileri sürdü.
g) "Annem vefat etti, adayıp da tutamadığı orucu var, onun namına ben tutsam olur mu?" diye soran kadına "Annenin bir borcu olsaydı da sen onu ödeseydin borcu ödenmiş olmaz mıydı" buyurdu, kadın "Evet ödenmiş olurdu" deyince "Allah'a olan borç ödenmeye daha lâyıktır" dedi.(24)
h) Oruçlu iken eşini öpünce orucunun bozulduğunu zanneden Ömer'e "Su ile ağzını çalkalasan orucun bozulur mu idi?" cevabını verdiler.(25)
ı) Şu örnekler Allah Teâlâ'nın O'na doğrudan hüküm verme ve kaide koyma selâhiyeti verdiğini, "şu konularda dilediğin hükmü ver ve koy" dediğini göstermektedir:
"Hâmile kadınların çocuklarını emzirmelerini yasaklamak istedim, sonra Bizans ve İran kadınlarının bunu yaptıkları halde çocuklarına zarar vermediğini hatırlayarak yasaklamaktan vazgeçtim."(26)
"Ümmetime güçlük verecek olmasaydım her namazdan önce dişlerini misvak ile temizlemelerini emrederdim."(27)
Rasûlullah (s.a.) müslümanlara hac ibâdetinin farz olduğunu bildirirken birisi "Her yıl bir kere yapmak farz mı" diye sormuştu, Peygamberimiz şöyle buyurdular: "Evet deseydim her yıl haccetmeniz farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz. Size bir şeyi buyurmadığım müddetçe siz de beni kendi halime bırakın, sizden öncekilerin mahvolması ancak peygamberlerine durmadan gelip gidip soru sormaları yüzünden olmuştur."(28)
"Mekke'nin ağacı kesilmez, otu yolunmaz" buyurdukları zaman Abbâs "Mekke ayrığı (izhir) müstesnâ" demiş, Peygamberimiz de bunu tasvib ederek tekrarlamışlardır.(29) Yasaklama teferruâtına kadar vahiy mahsûlü olsaydı bir sahâbînin sözü üzerine mezkür istisna yapılmazdı.
Hayber'in fethinde akşam olunca askerler ocakları yakmış ve kazanları üzerine koymuşlardı. Hz. Peygamber ne pişireceklerini sorunca "Ehlî eşek eti" cevabını verdiler. Bunun üzerine "Kazanları dökün ve kırın" buyurdu. İçlerinden birisi "İçindekini döküp yıkasak olmaz mı" diye sorunca "Bu da olur" cevabını verdiler.(30)
Sahâbenin ictihadından örnekler:
a) Hz. Peygamber Muâz'ı kadı olarak Yemen'e gönderirken ne ile hükmedeceğini sormuş, Muâz da -Kitap ve sünnetten sonra- "Reyimle ictihad ederim" demişti. Bu cevap Rasûlullah tarafından tasvip edilmiştir.(31)
b) Hendek savaşının sonunda Hz. Peygamber: "Hiç biriniz Benû-Kurayza'ya varmadan ikindiyi kılmasın!" buyurmuştu. Hedefe varmadan ikindinin vakti daralınca sahâbe ikiye ayrıldı; bir grup "Bundan maksat bir an önce oraya yetişin demektir" diyerek ikindiyi yolda kıldılar. Diğer grup ise hadisin lafzına bakarak yola devam ettiler. Hz. Peygamber duruma muttali olunca her iki tarafın da ictihadını hoş karşılamış, hiçbirini kınamamıştır.(32)
c) Yolculukta su bulamayan iki sahâbî teyemmüm ederek namazlarını kıldılar; biraz gidince su buldular, birisi abdest alıp namazı yeniden kıldı. Diğeri yeniden kılmadı. Sonradan durumu Resûlullah'a bildirince şöyle buyurdu: "Sen iki defa sevap aldın; senin de yaptığın sünnete uygundur ve kıldığın (tek) namaz sana kâfidir."(33)
d) Benî-Kurayza Ahzâb savaşında müslümanlara hıyanet etmiş ve anlaşmayı bozmuşlardı. Savaştan sonra müslümanlar duruma hâkim oldular. Benî-Kurayza kendilerine yapılacak muâmele konsunda Sa'd b. Muâz'ı hakem kıldılar, Sa'd, "eli silah tutan erkeklerinin katledilmesine, kadın ve çocuklarının ise esir edilmelerine" hükmetti, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) "Onlar hakkında Allah'ın hükmü ile hüküm verdin" buyurdu.(34) Sa'd bu hükmünde kıyâs ictihadını kullanmış, hıyanet eden ve antlaşmayı bozanların fiilini, devlete başkaldıran âsîlere, yahut savaş esirlerine kıyas etmiştir.
e) Bir seferde Ammâr b. Yâsir ihtilâm olmuş ve uyanınca bütün vücudunu toprak üzerinden geçirmek suretiyle teyemmüm etmiş ve namazını kılmıştı. Beraberinde bulunan Ömer ise bu şekilde teyemmüm etmemiş ve namazını da kılamamıştı. Seferden dönünce durumu Rasûlullah'a anlattılar. Peygamberimiz dirseklere kadar ellerin ve kolların, çene altına kadar yüzün toprakla meshedilmesi şeklinde yapılan teyemmümün yeterli olduğunu, toprakta yuvarlanmaya gerek bulunmadığını ifade buyurdular.(35) Bu ictihadda Ammâr, teyümmümü su ile yıkanmaya benzetmiş (kıyas etmiş) ve bütün vücudu kaplaması gerektiğine hükmetmişti. Ömer (r.a.) ise "kadınlara dokunmuş ve su bulamamış iseniz temiz toprakla teyümmüm edin" meâlindeki âyeti (Mâide: 5/) cinsî birleşme durumuna varmayan okşama olarak anlamış ve cünüb olan için teyemmümün yeterli olmayacağına, yıkanmanın gerekli bulunduğuna hükmetmişti.
f) Bir seferde Amr b. Âs ihtilâm olduğu için teyemmüm etmiş ve komutan sıfatıyle cemâate imam olarak namaz kıldırmıştı. Seferden dönünce hadiseyi Hz. Peygambere aktardılar, teyemmümünü uygun buldu, fakat imam olmasını hoş karşılamadı. Bu ictihadda Amr, tek başına olanın halini imamın hali ile bir tutmuş, Hz. Peygamber ise bu kıyâsın uygun olmadığına işaret buyurmuşlardır.(36)
g) Sahâbeden Ebû-Sa'îd el-Hudrî bir görev yolculuğunda, akrep sokmuş bir müşriki Fâtiha sûresini okuyup üfleyerek tedâvî etmiş ve karşılığında birkaç koyun almıştı. Yol arkadaşlarından bir kısmı bunun caiz olup olmadığı konusunda tereddüt geçirmişler ve dönünce Rasûlullah'a sormuşlardı; "Peygamberimiz bunu tasvib ettiler.(37)
17. Buhârî, Menâkıb, 26; Müslim, Savm, 111 vd. 49.
18. Ahmed, Müsned, C. IV, s. 374.
19. el-Enfâl: 8/67-68.
20. Ahmed b. Hanbel, Müsned (A. M. Şâkir neşri, Kâhire, 1948), C. I, s. 244.
21. et-Tevbe: 9/43.
22. Buhârî, K. el-Hacc, bâb: 42, el-Enbiyâ: 10; Müslim, K. el-Hacc, nu. 399.
23. Müslim, K. et-Tahârah, nu. 42.
24. Buhârî, Vesâyâ, 19; Müslim, Nezr, 1.
25. İbn Mâce, Sıyâm, 19; Muvatta, Sıyâm, 13.
26. Müslim, Nikâh, 140 vd.
27. Müslim, Tahâret, 42; Ebû-Dâvûd, Tahâret, 25.
28. Tirmizî, Hac, 5; Nesâî, Menâsik, 1.
29. Buhârî, Cenâiz, 76; İlim, 39; Müslim, Hac, 445, 447.
30. Buhârî, Cihad, 130; Müslim, Sayd, 34.
31. Ebû Dâvud, K. el-Akdiye, bâb: 11, Tirmizî, K. el-Ahkâm, bâb: 3, Zeylâ'i, Nasbu'r-râye, C. I, s. 23.
32. Buhârî, Sahih (el-Âmira tab'ı), C. V, s. 50; el-Megâzî, bâb: 33, Hadisin açıklaması için bak. Aynî, C. III, s. 348-352; İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkı'în, C. I, s. 204.
33. İbnü Kayyim, age, C. I, s. 204. Bu devrede ictihad hareketi ve örnekler için bak. H. Karaman, Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar İslâm Hukukunda İctihad (Tez. Birinci Bölüm).
34. Buhârî, Cihad, 168, Megâzî, 38; Müslim, Cihad.
35. Buhârî Teyemmüm, 8.
36. Buhârî, Teyemmüm, 7; Ebû-Dâvûd, Tahâret, 124.
37. Buhârî, Tıb, 33, 39.
Kur'ân-ı Kerîm'den ve Sünnet'ten, dil bilgisine ve kaidelerine dayanılarak bilgi ve hüküm elde edildiği gibi bu hükümlerin gerekçesine (illetine) dayanmak suretiyle kıyas yoluyla da hüküm ve bilgi sahibi olmak mümkündür. Bunların dışında kalan bilgi ve hüküm elde etme yolları "istidlâl" kelimesi ile ifade edilmektedir. Hz. Peygamber ve ashâbının istidlâl yolunu kullanıp kullanmadıklarını araştırmak üzere bunun başlıca çeşitlerini teker teker ele almak gerekecektir:
a) İki hüküm arasındaki gerektirme bağlantısı (telâzüm):
İnsanlar önce mantık kaidelerine göre düşünmüş, bu kaidelerin adını koymadan onları düşüncesinde kullanmışlar, sonra da -zamanı gelince- mantık ilmini ve kaidelerini tesbit etmişler, sistemleştirmiş ve tedris eylemişlerdir. İslâm dünyasına mantık ilminin, Emevîler devrinden itibaren Yunan felsefesinin tercümesi yoluyla geçtiği bilinmektedir. Ancak gerek Peygamberimizin ve gerekse ashâbının birçok akıl yürütme işleminde -adını koymadan- mantıkçıların kıyaslarını kullandıkları anlaşılmaktadır. Yukarıda "telâzüm" kelimesiyle ifade edilen akıl yürütme şekli tamamen mantıkçıların kıyaslarından ibârettir. Meselâ Sa'd b. Muâz'ın hakem olduğu hâdisede şöyle bir kıyas yaptığı anlaşılmaktadır: "Benî-Kurayza müslümanlara karşı savaşmışlardır. Müslümanlara karşı her savaşanın eli silah tutanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir. Sonuç: Benî-Kurayza'nın eli silah tutanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir." Burada birinci ve ikinci cümleler (mukaddimeler) birer hüküm ifade etmekte, bu iki hüküm arasında mezkür sonucu gerektiren bir bağlantı bulunmaktadır.
b) İstishâb:
Sonraki devirlerde hanbelîler ve zâhirîler tarafından çokça kullanılan istishâb "varlığı sabit olan bir hüküm ve durumun geçmişte veya halihazırda da var sayılması" esasına dayanmaktadır ve çeşitleri vardır. Rasûlullah (s.a.) zamanında mevcut olan istishâb üç çeşittir:
aa) Akıl veya hukukun (şer'in) varlık (sübût) ve devamına delâlet ettikleri şeyin var sayılması, var kabul edilmesidir. Meselâ mülkiyetin sübutunu gerektiren sözün sarfedilmesi üzerine bu hakkın sübutu, borçlanma veya itlâf vaki olunca zimmette borcun sübutu, nikâh akdi yapıldıktan sonra karı koca arasındaki "helal olma" hükmünün devamı bu nevi istishâba dayanmaktadır.
ab) Aklın delaleti ile bilinen asıl yokluğun (el-ademu'l-aslî) hukukî hükümlerde de yok sayılması (istishâbı): "Şer'î (dînî-hukukî) bir delil bulunmadıkça, böyle bir delile dayalı bir değişiklik vukubulmadıkça yükümlülük de yoktur" hükmü böyle bir istishâba dayanmaktadır. Meselâ Kitâb ve Sünnet'ten bir delil bulunmadıkça müslümanın, altıncı bir namaz ile mükellef olması düşünülemez.
ac) Bazı nasların özelleştirilmiş, kayıtlanmış olması, bazılarının da -Rasûlullah zamanında- neshedilmiş bulunmaları ihtimaline rağmen -bu ihtimallerin vukuu bilinmedikçe- mezkür naslarla amel edilmesi de bir nevi istishâba dayanmakta, bu naslar anlaşıldıkları ve oldukları gibi yürürlükte kabul edilmektedir. Bu üç nevi istishâb (hükme varma yolu) Rasûlullah zamanında da kullanılmıştır; ancak bunlardan üçüncüsü daha ziyade ashâb için söz konusudur.
c) Önceki semâvî dinlere ait hükümler:
Bir önceki din çeşitli sebeplerle devrini tamamlayıp yeni bir peygambere ve kitaba ihtiyaç hasıl olunca Allah Teâlâ yeni peygamberi göndermekte, baştan beri devam eden değişmez din prensipleri yanında değişen hüküm ve kaideler koymaktadır. Buna göre prensip olarak her yeni din bir öncekini yürürlükten kaldırmaktadır. Önceki dinlerde mevcut hüküm ve kaidelerin İslâm dini ve müslümanlar bakımından da geçerli olabilmesi için mevsuk ve mûteber bir kaynakta (Kur'ân-ı Kerîm, sahih hadîsler) zikredilmesi ve ayrıca peygamberimiz tarafından yürürlükten kaldırılmamış bulunması şarttır. Hz. Peygamber (s.a.) Medîne'ye hicret edince buradaki yahûdîlerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını görerek niçin tuttuklarını sordu. "Bugün Allah Mûsâ'yı kurtarmıştı" dediler, "Biz Mûsâ'ya onlardan daha yakınız" buyurarak kendisi de o gün oruç tuttu.(17) Bu ve benzeri vakıalar önceki dinlere ait bazı hükümlerin İslâm'da da yürürlükte kaldığına örnek olarak gösterilmiştir.
d) İstihsân:
Mezhep müctehidlerinin yaşadığı devri incelerken ele alınacak olan istihsân metodu, "karşılaşan iki delilden daha kuvvetli olanı tercih" esasına dayanmaktadır. Bu metodu gerek Rasûlullah hayatta iken ve gerekse intikalinden sonra ashâbın kullandıkları anlaşılmaktadır. İleride daha çoğunu göreceğimiz örneklerden biri Hz. Ali'nin kur'a formülüdür. Yemen'de üç erkek, iki hayız arasındaki bir temizlik içinde bir kadınla (câriye) birleşmişler ve kadın da bundan hamile kalmıştı. Çocuğun kime ait olacağı konusunda ihtilâfa düşen erkekler Hz. Ali'ye başvurdular, o da şöyle hükmetti: "Aranızda kur'a çekin, kur'a kime çıkarsa çocuğu o alır ve diğer şahsa, bir tam diyetin (kan bedeli, tazminat) üçte ikisini öder." Bilâhare bu hükmü Hz. Peygambere iletmişler, O da tasvip buyurmuştur.(18) Bu meselede kıyâs (umumi kaide) çocuğun nesepsiz kalmasını, anasının çocuğu olmasını gerektirirken, Hz. Ali, çocuğun maslahatını (menfaatini) göz önüne alarak yukarıdaki hükme varmış ve faydayı kıyasa tercih ederek istihsân metodunu kullanmıştır.
e) Istıslâh:
"el-Mesâlihu'l-mursele" terimi ile de ifade edilen istıslâh metodu kıyâsa bir cihetten oldukça yakınlığı bulunan bir metoddur. Kıyâs yapabilmek için illetin bilinmesine ihtiyaç vardır, illeti tesbitin yollarından biri de münâsebettir, münâsebet illetin (nassa dayalı hükmün gerekçesinin) hikmet ve maslahata uygun bulunmasıdır. Meselâ şarabın içilmesinin haram kılınmasının illeti "sarhoşluk verme vasfıdır" denildiği zaman bu vasfı taşıyan bütün yiyecek ve içecekler yasaklanır, yasaklanınca da dinin "aklı ve hayatı koruma" hikmeti gerçekleşmiş bulunur; şu halde "sarhoşluk verme" gerekçesi, dinin, aklı ve hayatı koruma hikmetine (maksadına) münasib düşmektedir. Böyle bir vasfın, dînî-hukukî hükümde gerekçe kılındığına nas, dar veya geniş çerçevede delâlet ederse kıyas yoluna gidilir. Muayyen naslardan böyle bir mâna elde edilemiyor da birçok nassın ortaya koyduğu, "dinin genel maksatlarına" bakılıyor ve "buna uygun bulunma", "birçok konu ve hükümde ortaklaşa bulunan fayda ve maksat çerçevesine girme" esasına göre hükme varılıyorsa istislâh metodu kullanılmış olur. Kur'ân-ı Kerîm'in bir mushafta toplanması, hadîslerin resmen toplattırılıp yazdırılması, minarelerin yapılması, halkı cumaya çağırmak için bir ezan daha (ilk ezan) okutturulması... bu metoda dayalı hükümlere örnektir.
Gerek istıslâh metodu ve gerekse "harama giden yolu tıkama" mahiyetinde olan seddi-zerîa metodu, Hz. Peygamber'in irşad ve eğitimi ile yetişen ashâb tarafından O'nun yokluğunda kullanılmış, sonra da diğer müctehidlere intikal etmiştir. Yeri geldikçe bu metodların gelişmelerine temas edilecektir.
6- Hz. Peygamber ve Ashâbının İctihadı:
Fıkıh Usûlü kitaplarında Rasûlullah'ın ictihad ederek hükme varmasının caiz olup olmadığı tartışılmıştır. Tartışmanın bir tarafına göre O'nun din konusunda her söylediği vahye dayanır (Necm: 53/4), bilgi ve hüküm kaynağı olarak vahiy bulununca da ictihada ihtiyaç yoktur. Diğer tarafa göre ise O'nun söylediklerinin vahye dayalı olması, Kur'ân âyetleri ile ilgilidir, Kur'ân-ı Kerîm'de ne varsa hem mânası ve hem de sözleri ile Allah'a aittir. Allah tarafından Rasûlüne vahyedilmiştir. Sünnete gelince bunun büyük bir kısmının mânası yine Allah tarafından vahyedilmiştir, sözleri ise Allah Rasûlüne aittir ve bunların da önemli bir kısmı O'nun sözleri ile değil, ashâbın anlayış ve kavrayışlarına göre kendi sözleri ile rivayet edilmiştir. Sünnetin bir kısmının ise hem mânası ve hem de sözleri Rasûlullah'a aittir. Şüphesiz Rasûlullah'ın ictihadı, Allah'ın kontrolü altındadır, ashâbın ictihadı da Allah Rasûlü'ne arzedildikten ve O'nun tasvibini aldıktan sonra Sünnet hükmüne geçmektedir. Ancak bu gerçek, onların ictihad etmediklerine, ictihad yolunu kullanmadıklarına delil olmaz. Bizim de katıldığımız bu ikinci görüşü, geçen ve gelecek örneklere ek olarak şu misaller de teyit etmektedir:
Hz. Peygamber'in ictihadından örnekler:
a) Bedir savaşında alınan esirlere yapılacak muâmele hakkında bir vahiy gelmemişti. Hz. Peygamber meseleyi ashabiyle istişâre etti. Hz. Ömer öldürülmeleri, Hz. Ebû-Bekir fidye karşılığında salınmaları fikrini ileri sürdüler. Resûl-i Ekrem de ikinci fikre katıldı. Bu istişârî ictihad üzerine gelen âyet şöyle diyordu: "Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiç bir peygambere yaraşmaz. Gerçi dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah âhireti kazanmanızı ister; Allah aziz ve hakîmdir. Daha önceden Allah'tan bir hüküm gelmiş olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap gelirdi."(19) Bu vahiy üzerine Rasûl-i Ekrem ağlıyarak şöyle demiştir: "Fidye aldıkları için ashâbıma azâb şu ağaç kadar yaklaşmıştı... Eğer azap gelseydi Ömer'den başkası kurtulamazdı."(20)
Allah Teâlâ, ictihadında hatâ edenlere azâb etmiyeceğini beyan ettiği için azap bahis mevzûu olmamış, fakat hatâyı açıklamıştır.
b) Bazı münafıklar Tebük Seferine katılmamak için mazeretler uydurmuş ve Hz. Peygamber'den izin almışlardı. Allah Teâlâ bunun üzerine Rasûlüne şüple hitap etti: "Allah seni affetsin! Doğrular sana belli olup yalancıları da bilmeden önce niçin onlara izin verdin?"(21)
c) Hanımlarından birine Rasûl-i Ekrem şöyle demiştir: "Eğer kavmin küfürden yeni ayrılmış olmasalardı Kâbe'yi Hz. İbrahîm'in temelleri üzerine yeniden yapardım."(22)
d) Misvâk hakkında: "Ümmetime güçlük çıkarmış olmasam her namaz için misvâk kullanmalarını isterdim."(23)
Bunlar Hz. Peygamber'in, mesâlih ve mefâsidi, fayda ve zararı göz önüne alıp mukayese ederek de hüküm ve karara vardığını göstermektedir.
e) Peygamberimiz (s.a.) eşlerinden Zeyneb b. Cahş'ın odasında onun sunduğu bal şerbetini içmiş ve bu sebeple orada biraz fazlaca kalmıştı. Bu durum diğer iki eşinin kıskançlığını tahrik ettiği için aralarında sözleşerek ağzından kötü bir kokununun geldiğini söylediler. O da bir daha bal şerbeti içmemek üzere yemin etti. Bu hükmü ve davranışı vahiy mahsûlü olmadığı, kendi ictihad ve takdirine dayandığı içindir ki, hâdise üzerine gelen âyet (vahiy) şöyle diyordu: "Ey peygamber! Eşlerinin rızâsını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Tahrîm: 66/1)
f) Bedir savaşında Rasûlullah (s.a.) askeri kuyuların başladığı yere yerleştirmişti. Sahâbeden el-Habbâb "Bunu, vahiy ile mi yoksa şahsî görüş ve takdirinize göre mi yaptınız" diye sordu, vahiy ile olmadığı cevabını alınca "Uygun olanı kuyuları arkamıza almamız ve düşmanı sussuz bırakmamızdır" dedi. Hz. Peygamber bu reyi uygun bularak yeri değiştirdi. Muhtemeldir ki, Peygamberimiz düşmanı insan dışı canlılara benzeterek "onlar nasıl sudan mahrum edilemez ise bunlar da edilemez" kıyasını yapmıştı. el-Habbâb ise savaş durumunu ve düşmanın hayat hakkının bulunmadığını göz önüne alarak bir başka kıyâs veya istidlâl ile zikredilen görüşünü ileri sürdü.
g) "Annem vefat etti, adayıp da tutamadığı orucu var, onun namına ben tutsam olur mu?" diye soran kadına "Annenin bir borcu olsaydı da sen onu ödeseydin borcu ödenmiş olmaz mıydı" buyurdu, kadın "Evet ödenmiş olurdu" deyince "Allah'a olan borç ödenmeye daha lâyıktır" dedi.(24)
h) Oruçlu iken eşini öpünce orucunun bozulduğunu zanneden Ömer'e "Su ile ağzını çalkalasan orucun bozulur mu idi?" cevabını verdiler.(25)
ı) Şu örnekler Allah Teâlâ'nın O'na doğrudan hüküm verme ve kaide koyma selâhiyeti verdiğini, "şu konularda dilediğin hükmü ver ve koy" dediğini göstermektedir:
"Hâmile kadınların çocuklarını emzirmelerini yasaklamak istedim, sonra Bizans ve İran kadınlarının bunu yaptıkları halde çocuklarına zarar vermediğini hatırlayarak yasaklamaktan vazgeçtim."(26)
"Ümmetime güçlük verecek olmasaydım her namazdan önce dişlerini misvak ile temizlemelerini emrederdim."(27)
Rasûlullah (s.a.) müslümanlara hac ibâdetinin farz olduğunu bildirirken birisi "Her yıl bir kere yapmak farz mı" diye sormuştu, Peygamberimiz şöyle buyurdular: "Evet deseydim her yıl haccetmeniz farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz. Size bir şeyi buyurmadığım müddetçe siz de beni kendi halime bırakın, sizden öncekilerin mahvolması ancak peygamberlerine durmadan gelip gidip soru sormaları yüzünden olmuştur."(28)
"Mekke'nin ağacı kesilmez, otu yolunmaz" buyurdukları zaman Abbâs "Mekke ayrığı (izhir) müstesnâ" demiş, Peygamberimiz de bunu tasvib ederek tekrarlamışlardır.(29) Yasaklama teferruâtına kadar vahiy mahsûlü olsaydı bir sahâbînin sözü üzerine mezkür istisna yapılmazdı.
Hayber'in fethinde akşam olunca askerler ocakları yakmış ve kazanları üzerine koymuşlardı. Hz. Peygamber ne pişireceklerini sorunca "Ehlî eşek eti" cevabını verdiler. Bunun üzerine "Kazanları dökün ve kırın" buyurdu. İçlerinden birisi "İçindekini döküp yıkasak olmaz mı" diye sorunca "Bu da olur" cevabını verdiler.(30)
Sahâbenin ictihadından örnekler:
a) Hz. Peygamber Muâz'ı kadı olarak Yemen'e gönderirken ne ile hükmedeceğini sormuş, Muâz da -Kitap ve sünnetten sonra- "Reyimle ictihad ederim" demişti. Bu cevap Rasûlullah tarafından tasvip edilmiştir.(31)
b) Hendek savaşının sonunda Hz. Peygamber: "Hiç biriniz Benû-Kurayza'ya varmadan ikindiyi kılmasın!" buyurmuştu. Hedefe varmadan ikindinin vakti daralınca sahâbe ikiye ayrıldı; bir grup "Bundan maksat bir an önce oraya yetişin demektir" diyerek ikindiyi yolda kıldılar. Diğer grup ise hadisin lafzına bakarak yola devam ettiler. Hz. Peygamber duruma muttali olunca her iki tarafın da ictihadını hoş karşılamış, hiçbirini kınamamıştır.(32)
c) Yolculukta su bulamayan iki sahâbî teyemmüm ederek namazlarını kıldılar; biraz gidince su buldular, birisi abdest alıp namazı yeniden kıldı. Diğeri yeniden kılmadı. Sonradan durumu Resûlullah'a bildirince şöyle buyurdu: "Sen iki defa sevap aldın; senin de yaptığın sünnete uygundur ve kıldığın (tek) namaz sana kâfidir."(33)
d) Benî-Kurayza Ahzâb savaşında müslümanlara hıyanet etmiş ve anlaşmayı bozmuşlardı. Savaştan sonra müslümanlar duruma hâkim oldular. Benî-Kurayza kendilerine yapılacak muâmele konsunda Sa'd b. Muâz'ı hakem kıldılar, Sa'd, "eli silah tutan erkeklerinin katledilmesine, kadın ve çocuklarının ise esir edilmelerine" hükmetti, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) "Onlar hakkında Allah'ın hükmü ile hüküm verdin" buyurdu.(34) Sa'd bu hükmünde kıyâs ictihadını kullanmış, hıyanet eden ve antlaşmayı bozanların fiilini, devlete başkaldıran âsîlere, yahut savaş esirlerine kıyas etmiştir.
e) Bir seferde Ammâr b. Yâsir ihtilâm olmuş ve uyanınca bütün vücudunu toprak üzerinden geçirmek suretiyle teyemmüm etmiş ve namazını kılmıştı. Beraberinde bulunan Ömer ise bu şekilde teyemmüm etmemiş ve namazını da kılamamıştı. Seferden dönünce durumu Rasûlullah'a anlattılar. Peygamberimiz dirseklere kadar ellerin ve kolların, çene altına kadar yüzün toprakla meshedilmesi şeklinde yapılan teyemmümün yeterli olduğunu, toprakta yuvarlanmaya gerek bulunmadığını ifade buyurdular.(35) Bu ictihadda Ammâr, teyümmümü su ile yıkanmaya benzetmiş (kıyas etmiş) ve bütün vücudu kaplaması gerektiğine hükmetmişti. Ömer (r.a.) ise "kadınlara dokunmuş ve su bulamamış iseniz temiz toprakla teyümmüm edin" meâlindeki âyeti (Mâide: 5/) cinsî birleşme durumuna varmayan okşama olarak anlamış ve cünüb olan için teyemmümün yeterli olmayacağına, yıkanmanın gerekli bulunduğuna hükmetmişti.
f) Bir seferde Amr b. Âs ihtilâm olduğu için teyemmüm etmiş ve komutan sıfatıyle cemâate imam olarak namaz kıldırmıştı. Seferden dönünce hadiseyi Hz. Peygambere aktardılar, teyemmümünü uygun buldu, fakat imam olmasını hoş karşılamadı. Bu ictihadda Amr, tek başına olanın halini imamın hali ile bir tutmuş, Hz. Peygamber ise bu kıyâsın uygun olmadığına işaret buyurmuşlardır.(36)
g) Sahâbeden Ebû-Sa'îd el-Hudrî bir görev yolculuğunda, akrep sokmuş bir müşriki Fâtiha sûresini okuyup üfleyerek tedâvî etmiş ve karşılığında birkaç koyun almıştı. Yol arkadaşlarından bir kısmı bunun caiz olup olmadığı konusunda tereddüt geçirmişler ve dönünce Rasûlullah'a sormuşlardı; "Peygamberimiz bunu tasvib ettiler.(37)
17. Buhârî, Menâkıb, 26; Müslim, Savm, 111 vd. 49.
18. Ahmed, Müsned, C. IV, s. 374.
19. el-Enfâl: 8/67-68.
20. Ahmed b. Hanbel, Müsned (A. M. Şâkir neşri, Kâhire, 1948), C. I, s. 244.
21. et-Tevbe: 9/43.
22. Buhârî, K. el-Hacc, bâb: 42, el-Enbiyâ: 10; Müslim, K. el-Hacc, nu. 399.
23. Müslim, K. et-Tahârah, nu. 42.
24. Buhârî, Vesâyâ, 19; Müslim, Nezr, 1.
25. İbn Mâce, Sıyâm, 19; Muvatta, Sıyâm, 13.
26. Müslim, Nikâh, 140 vd.
27. Müslim, Tahâret, 42; Ebû-Dâvûd, Tahâret, 25.
28. Tirmizî, Hac, 5; Nesâî, Menâsik, 1.
29. Buhârî, Cenâiz, 76; İlim, 39; Müslim, Hac, 445, 447.
30. Buhârî, Cihad, 130; Müslim, Sayd, 34.
31. Ebû Dâvud, K. el-Akdiye, bâb: 11, Tirmizî, K. el-Ahkâm, bâb: 3, Zeylâ'i, Nasbu'r-râye, C. I, s. 23.
32. Buhârî, Sahih (el-Âmira tab'ı), C. V, s. 50; el-Megâzî, bâb: 33, Hadisin açıklaması için bak. Aynî, C. III, s. 348-352; İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkı'în, C. I, s. 204.
33. İbnü Kayyim, age, C. I, s. 204. Bu devrede ictihad hareketi ve örnekler için bak. H. Karaman, Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar İslâm Hukukunda İctihad (Tez. Birinci Bölüm).
34. Buhârî, Cihad, 168, Megâzî, 38; Müslim, Cihad.
35. Buhârî Teyemmüm, 8.
36. Buhârî, Teyemmüm, 7; Ebû-Dâvûd, Tahâret, 124.
37. Buhârî, Tıb, 33, 39.
A- HZ. PEYGAMBER DEVRİNDE USÛL
- 1- Kur'an-ı Kerîm (nuzulü, yazılması, neshi, toplanması...)
- 2- Sünnet
- 3- İcmâ
- 4- Kıyâs
- 5- İstidlâl (telâzüm, istishâb, istislâh, istihsân...)