Lafızların Delaleti
A. İktizanın Delaleti
B. İşaretin Delaleti
C. Hükmün Münasib Vasfa İzafesinden Ta´lili Anlamak
D. Mefhumu´l-Muvafakat (Fahve´l-Hıtab)
E. Mefhumu´l-Muhalefet (Deülu´l-Hıtab)
Mefhum İle İstidlal Edilebileceği Görüşünde Olanların Gerekçeleri
Delîlu´l-Hitâb´ın Dereceleri
F. Hz. Peygamberin Fiillerinin, Sükutunun Ve İstibşarının Delaleti
1. Fiilin Delaleti
2. Fiillerin Hükümleri Konusunda Farklı Gerekçeler
3. İki Fiilin Tearuz Etmesi
H. LAFIZLARIN FAHVA VE İŞARET YÖNÜNDEN DELALETİ
Lafızların, sıyga itibariyle değil de, fahvâ ve İşaret itibariyle delaleti beş çeşittir: İktizanın delaleti, işaretin delaleti, hükmün münasip vasıfa izafesinden ta´lili anlamak, mefhumu´l-muvâfakat ve mefhûmu´l-muhâlefet. [1]
A. İktizanın Delaleti
iktiza, lafzın delalet etmediği, doğrudan söylenmiş (mantukun bih) olmayan, fakat lafzın zaruretinden kaynaklanan bir delalet çeşididir. Şu durumlarda lafzın zarureti söz konusu olur;
a) Sözü söyleyen kişinin (mütekellim) doğru kabul edilebilmesi böyle bir iktizanın varlığına bağlı ise,
b) Lafızla ifade edilen hususun şer´an var olabilmesi ancak böyle bir iktizanın varlığı ile mümkün oluyorsa,
c) Lafızla ifade edilen hususun aklen sabit olabilmesi, ancak böyle bir iktizanın varlığı ile mümkün oluyorsa. [ü, 187]
Lafzın zaruretine örnekler:
(a. şıkkına örnek)
Sözü söyleyen kişinin doğru sözlü sayilabilmesinin zarureti olan mukte-za´nın örneği, Hz. Peygamberin "Oruca geceden niyet (tebyît) etmeyenin orucu yoktur" sözüdür. Çünkü bu söz, geceden niyet edilmemesi halinde orucun mevcut olamayacağını belirtmektedir (nefy). Halbuki bu durumda oruç şeklen mevcut olmuyor değildir, öyleyse bu sözün manası "Oruca geceden niyet etmeyen kimsenin orucu sahih olmaz veya tam (mükemmel) olmaz" şeklinde olmalıdır. 8u durumda orucun kendisi değil hükmü nefyedilmiş olmaktadır. Bu hadiste hüküm bahis konusu edilmemiştir, fakat Hz. Peygamberin söylediği bu sözün doğruluğunu gerçekleştirebilmek için hükmün takdir edilmesi (söylenmediği halde varmış gibi düşünülmesi) gereklidir. Biz buradan hareketle muktezanın umumunun olmadığını söylüyoruz. Çünkü mukteza lafzen değil iktizaen sabit olmuştur.
Bu örnekleme, şer´î isimleri inkar edip, oruç lafzının lügatteki muktezası üzere kaldığını ve şer´î bir anlam kazanmadığını ileri sürenlerin görüşüne göre sahih olur. Oruç lafzı, lügat anlamını koruduğu İçin zikredilmediği halde (izmar) böyle bir hükmün varsayılmasına gerek duyulmuştur.
Oruç lafzını, şer´î oruçtan ibaret sayanlara göre ise, geceden niyet edilmemesi halinde orucun mevcut olamayacağı hususu, iktiza yoluyla değil doğrudan doğruya söyleme (nutk) yoluyladır. Bunlara göre iktizanın misali; "Niyet yoksa amel de yoktur" ve "Ümmetimden yanılgı ve unutma kaldırılmıştır" gibi hadislerdir. Bunlara benzer örnekler "mücmel" konusunda geçmişti.
(b. şıkkının örneği):
Söylenen şeyin (mantukunbih) şer´an tasavvur edilebilmesi için iktizaen sabit olan şeylere örnek:
Birinin diğer bir kimseye, "Köleni benim adıma azat et" demesi, hiç söyle-nilmediği halde "mülkiyet"! tazammun ve iktiza etmektedir. Çünkü söylenilen (mantukunbih) azat etmenin nafiz olabilmesinin şartı, mülkiyetin azattan önce bulunmasıdır. O halde bu husus (mülkiyet) lafzın muktezası olmaktadır.
Aynı şekilde, başkasının kölesine işaret ederek "Vallahi ben bu köleyi azat edeceğim" dese, eğer yeminini yerine getirmeyi istiyorsa, o kölenin mülkiyetini elde etmesi gerekir. Gerçi o kölenin mülkiyetini elde etmeyi söz konusu etmemiştir, fakat yüklendiği şey (o kölenin azat edilmesi), zarurî olarak kölenin mülkiyetini elde etmeyi gerektirmektedir.
(c. şıkkının Örneği):
Söylenen şeyin aklen tasavvur edilebilmesi için iktizaen sabit olan şeyler:
Allah Teala "Size analarınız... haram kılındı..." {Nisa, 4/23} buyurmaktadır. Bu sözün, aklen doğru sayılabilmesi ve bir anlam ifade edebilmesi için, gizli bir vat´ (cinsel ilişki) lafzının varlığını takdir etmek gerekir. Böyle bir takdir yapılınca ayette ´Size analarınızı vat etmeniz haram kılındı´ denilmiş olmaktadır. [II, 188] Çünkü anneler, birer objedir (a´yân). Hükümler ise a´yana taalluk etmezler. Daha doğrusu, hükümlerin, mükelleflerin fiillerinden başka bir şeye taalluk etmesi düşünülemez. Öyleyse yukarıda geçen ayetin lafzı bir fiili gerektirmektedir ve bu fiil de, kullanım örfü sebebiyle diğer her hangi bir fiil değil, ´vat´ fiilidir.
Yine "Sîze meyte, kan haram kılındı" (Maide, 5/3), ve "Size behîmetu´l-en´âm helal kılındı" {Maide, 5/1} ayetlerinde, lafzın iktiza ettiği fiil ´yeme´ fiilidir.
"Köye sor" {Yusuf, 12/82} lafzı da buna yakındır. Yani ´Köy ahalisine sor´ demektir. Çünkü sormanın makul olabilmesi için lafzın içerisinde gizli bir ´ahali´ lafzının bulunması gereklidir. Bu son örneğin, iktiza değil İzmar (gizleme) olarak adlandırılması da mümkündür, tzmar hakkında söylenecekler de iktîza´ya yakındır. [2]
B. İşaretin Delaleti
Lafızdan değil lafzın işaretinden çıkarılan anlam:
Bununla, özellikle kastedilmeksizin lafza tabi olan şeyi kastediyoruz. Msl. konuşan kimsenin konuşma esnasındaki işaret ve hareketlerinden, lafzın kendisinin delalet etmediği şeyler anlaşılabilir. Buna ´işaret´ denilir. Yine Iafıza, kastedilmeyen şeyler de tabi olabilir ve bu şeyler lafız üzerine bina edilir.
Msl. Alimler, kadınların temizlik süresinin (tuhur) en az ve hayız süresinin en çok miktarını 15 gün olarak belirlerken, şu hadise tutunmuşlardır. Hz. Peygamber, "Kadınlar, akılca ve dince eksiktir[3] demiş, kendisine "Dince eksiklik nasıldır?" diye sorulunca da, "Kadınlardan her biri ömrünün yarısını evinin köşesinde, namazsız ve oruçsuz geçirir" demiştir. Aslında bu lafız, kadınların dince eksikliklerinin muhtevasını açıklamak için sevkedilmiştir ve bu sözün söyleniş maksadı sadece budur. Fakat bu söz ile, hayzın en çoğuna, tuhurun en azına işaret hasıl olmuştur. Burada hayzın, ömrün (dehr) yarısından yani bir ayda 15 günden fazla olamayacağına da işaret vardır. Çünkü eğer 15 günden fazla olabileceği tasavvur olunabilseydi, Hz. Peygamber, dince eksiklik hususunda mübalağalı bir biçimde vurgulamak için buna da değinirdi.
Bunun misali, Şafii´nin (rh.) az suyun, kendisini değiştirmeyen bir necasetle [E, 189] necis olacağına, Hz. Peygamberin "Biriniz uykudan uyandığında, elini üç defa yıkamadıkça kaba daldırmasın. Çünkü uykudan uyanan kişi, elinin nerede gecelediğini bilmez" hadisiyle istidlal etmiş ve ´şayet, yakînen bilinen necaset (yakînu´n-necase) suyu pisletmiyor olsaydı, Hz. Peygamber´in bu sözü, müs-tehaplık (istihbab) bile gerektirmeyen bir kuruntu (tevehhüm) olurdu´ demiştir.
"Çocuğun ana karnında taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır"
{Ahkâf, 46/15} ayetinden hareketle hamilelik müddetinin alt sınırının 6 ay olarak belirlenmesi de bu konuya örnek teşkil edebilir. Başka bir ayette "Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl İçindedir" {Lokman, 31/14} denilmektedir.
Ramazanda geceleyin cinsel İlişki kurup, cünüp olarak sabahlayan kimsenin orucunun bozulmayacağı sonucuna gidiş de bunun örneğidir. Şöyleki, ayette "Şimdi kanlarınızla mübaşeret edin" {Bakara, 2/187} denildikten sonra "Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden ayrılıncaya kadar yiyin, için"
{Bakara, 2/187} denilmekte ve ruhsat, beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar uzatılmaktadır. Ayet, gecenin tamamında yeme içme ve cinsel ilişkinin caiz olduğunu ve cinsel ilişkiyi gecenin sonunda yapan kişinin, gusül yapma işini gündüze tehir edebileceğini hissettirmektedir. Eğer böyle olmasaydı, gecenin gusül yapmaya yetecek miktardaki son parçasında cinsel ilişkide bulunmanın haram olması gerekirdi.
işte bu ve bunun benzerleri pek çoktur. Buna lafzın işareti adı verilir[4].
C. Hükmün Münasib Vasfa İzafesinden Ta´lili Anlamak
"Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin" {Mâide, 5/38} ve "Zina eden kadın ve erkekten her birine yüzer celde vurun" {Nur, 24/2} ayetleri böyledir. Bu ayetlerden, hırsızın elinin kesilmesi ve zina edene celde vurulması anlaşıldığı gibi, ki zaten bu açıkça söylenmektedir (mantuk bih), hırsızlık ve zinanın, söz konusu hükümlerin illeti olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun İllet olduğu açıkça söylenmemiştir (mantuk bih değildir), fakat, sözün akışından (fahva´l-kelâm) öyle bir anlam çıkmaktadır.
[II, 190] "İyiler cennette, kötüler cehennemdedir" {Infitâr, 82/14}, yani iyiler iyi oldukları için, kötüler de kötü oldukları için. Övgü, yergi, teşvik, sakındırma kabilinden söylenen tüm sözler böyledir. Aynı şekilde bir kimse, Taciri kına, itaatkarı Öv, alimi tazim et´ dese, hiç zikredil mediği halde, bütün bunlardan talil anlaşılır. Bu çeşit delalet, ´îmâ ve işaret* olarak adlandınIdığı gibi, ´fahve´I-kelam´ ve ´lahnu´l-kelam´ olarak da adlandırılır. Türüne ve mahiyetine vakıf olduktan sonra bu çeşit delalete istediğin ismi vermekte serbestsin[5].
D. Mefhumu´l-Muvafakat (Fahve´l-Hıtab)
Sözün siyakının ve maksadının delaletiyle söylenenden (mantuk) söylenmeyeni anlamak:
"Onlara öf deme ve azarlama" {Isrâ, 17/23} sözünden, sövmenin, dövmenin ve öldürmenin haram olduğunun anlaşılması böyledir.
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla (zulmen) yiyenler, karınlarına ateş doldurmuş olurlar" {Nisa, 4/10} ayetinden, yetim malını itlaf etmenin, yakmanın ve helak etmenin haramlığı anlaşılmaktadır.
"Zerre miktarı hayır işleyen onu görür" {Zelzele, 99/7} ve "Ehli kitaptan öyleleri var ki, bir dinar emanet etsen onu sana geri ödemez" {Al-i îmrân, 3/75} ayetlerinde, zerre ve dinardan fazlası da anlaşılmaktadır.
Yine ´Ona ait ne bir buğday tanesini yedim ne bir yudum suyunu içtim ne de onun malından bir tane aldım´ diyenin sözü, bunun arkasında olana da delalet eder.
Bunun, ´et-tenbîh bi´l-ednâ ale´l-a´lâ* (en alt sınırı söyleyerek en üst sınıra dikkat çekmek) olduğu söylenirse, deriz ki, bu isimlendirmede hiç bir kısıtlama yoktur. Fakat şunun anlaşılması şarttır: Sırf alt sının zikretmek, sözü ve sözün ne için sevkedildiğini anlamadıkça, böyle bir dikkat çekmeyi hasıl etmez. Şayet biz, ayetin, ana-babayı tazim ve ihtiram için sevkedildiğini bilmeseydik, öf demenin yasaklanmasından, dövme ve öldürmenin yasaklığını anlayamazdık. Zira sultan bir kiralın öldürülmesini emrettiğinde ´Ona öf filan deme fakat Öldür´ diyebilir. Aynı şekilde bir kimse, ´vallahi ben fulancanın malını yemedim´ diye yemin edebilir. Kendisi bizzat yememiştir fakat o fulancanın malını yakmıştır. Bu adam bu durumda yemini bozmuş (yeminin gereğine aykırı davranmış) olmaz.
Denirse ki:
Dövmek, öf demeye kıyasen haramdır. Çünkü öf demek eziyet vermek oluşu sebebiyle haram kılınmıştır. Dövmedeki eziyet verme ise Öf demekteki eziyetin üstündedir.
Deriz ki:
Bunun kıyas olmasıyla, üzerinde düşünmeyi ve bir illet istinbatını kastediyorsan bu yanlıştır. Yok eğer, dövme, söylenenden (mantuk) anlaşılan bir söylenmeyendir (meskut) demek istediysen bu da bir şartla sahih olur. Bu şart da, söylenmeyenin, söylenenden daha evvel veya birlikte anlaşılması ve ondan geriye kalmamasıdır. Buna, ´mefhûmu´l-muvâfaka´ denildiği gibi, ´fahve´t-lafz´ da denilir. Her gurubun kendine göre bir ıstılahı vardır. Sen lafızlara kulak asma, bu türün mahiyetini kavramaya çalış. [6]
E. Mefhumu´l-Muhalefet (Deülu´l-Hıtab)
Mefhumun anlamı, bir şeyin özellikle zikredilmesinden hareketle, hükmün bu zikredilenden başkası için söz konusu olmadığına (daha doğrusu, zikredilmeyenin hükmünün özellikle zikredilenin hükmünün tersi olduğuna) İstidlal etmektir. Bu nevi istidlalin mefhum olarak adlandırılmasının sebebi, elde edilen hükmün sırf mefhum olup mantuka dayanmamasıdır. Yoksa ki, mantukun delalet ettiği şey de mefhumdur. Bu tür istidlal, ´delîlu´l-hitâb´ olarak da adlandırılır. Sen isimlere fazla iltifat etme.
Mefhum istidlalinin mahiyeti şudur: Hükmün, bir şeyin iki vasfından birine talik edilmesi, bu hükmün vasıf bakımından zıt olanlar için söz konusu olmadığı anlamına gelir mi?
Msl. "İçinizden kasten adam öldürenler" (Mâide, 5/95) ayeti ile "Sâime koyunda zekat vardır", "Seyyib, kendi nefsi üzerinde velisinden daha fazla hak sahibidir*´, "Aşılanmış hurmalığın satılması durumunda bunun meyveleri satıcıya aittir" hadislerinda ´kast´, ´saimelik´, ´dulluk´ ve ´aşılama´nın söz konusu hükümlere tahsis edilmesi, bu hükümlerin bu vasıflar dışında geçerli olmadığı anlamına gelir mi?
Şâfıî, Malik ve bu ikisinin mezhebine bağlı çoğunluk alimlere göre, bu durumda hüküm diğer vasıflar için geçerli değildir. Eş´arî de bu görüşü benimsemiştir. Zira Eş´ari, haber-i vahidin isbatında "Size bir fasık haber getirdiğin- [n, 1921 de bunu (haberi) iyice araştırın" (Hucurat, 49/6) ayetini gerekçe göstermiş ve bu hükmün adil kişinin haber getirmesi durumunda söz konusu olmadığını yani haberi getiren kişinin adil olması durumunda araştırmaya gerek olmadığını belirtmiştir. Eş´ari, rü´yet meselesinde de "Hayır! O gün rablerinden perdelenecek-lerdir" (Mutaffıfîn, 83/15) ayeliyle ihticac etmiş ve ayette anlatılan hükmün müminler için söz konusu olmadığını yani müminlerin, Allah´ı göreceklerini söylemiştir.
Kadı´nın da içlerinde bulunduğu bir gurup kelamcı ile içlerinde tbn Süreyc´in de bulunduğu bir gurup hazık fakih bunun (mefhum ile istidlalin) delaleti olmadığını söylemişlerdir. Bize göre de daha tutarlı ve mantıklı olan budur. Şu yaklaşımlar (mesalik) bu anlayışın doğruluğunu göstermektedir:
1. meslek:
Saime koyunun zekatının verileceği "Saime koyunda zekat vardır" sözünden anlaşılmaktadır. Mücerred isbattan hareketle, yani sırf saime koyunun zekatı verileceğinden hareketle ma´lufede (besi koyunlarında) zekat olmadığı hükmünü çıkarmak ise ancak dil bilginlerinden (ehlu´1-lüğa) yapılan mütevatir ya da müte-vatir hükmünde bir nakil ile bilinebilir. Mütevatir hükmünde olan nakil, arapların ıdurûb* ve ´kutûV şeklindeki çoğul ifadelerinin çokluk (teksîr) için, alîm, a´lem, kadir ve ekdar gibi ifadelerinin yani ´c/ü/1 sıygasının mübalağa İçin olduğunu bilmemiz gibi hususlardır. Ahad nakiller bu hususta yeterli olamaz. Zira Allah kelamının nazil olduğu bir dil hakkında, yanılma ihtimali bulunan ahad nakille hüküm vermek doğru değildir.
Mefhumun delaleti bulunmadığını söyleyenlerin de, yine mütevatir nakle ihtiyaç duydukları söylenecek olursa, deriz ki, araplann vaz1 etmedikleri hususlarda ayrıca hüccete gerek yoktur. Çünkü bunun sonu yoktur. Hüccet getirmek, vaz´ (bir kelime veya sözün belirli bir anlamı ifade ettiği) iddiasında olanın borcudur.
2. Meslek:
Husnü´l-istifhâm (Açıklama isteyici soru sormanın uygun düşmesi):
Birisi, ´Zeyd sana kasten vurursa, sen de ona vur´ dese, bu hitaba muhatap olan kişinin ´Zeyd bana yanlışlıkla vurursa, ben de ona vuracak mıyım?´ diye açıklama istemesi dil açısından yerinde olur. Aynı şekilde, ´Saime koyunlarından zekat ver´ dese, karşıdaki kişinin ´Ma´lûfe olan koyunlardan da zekat vereyim mi?´ demesi uygun olur. îşte, dil ve sözün gelişi bakımından açıklama isteyici soru sormanın uygun düşmesi, bu hususun doğrudan doğruya sözün mefhumundan anlaşılmadığını (yani msl. "Saimede zekat vardır" sözünden, malufeye zekat gerekmediğinin anlaşılmayacağını) göstermektedir. Çünkü iyice anlamak için [II, 193] soru sorma (istifham), meskutun anh (söylenmeyen husus) hakkında uygun düştüğü halde mantuk (açıkça söylenen) hakkında güzel değildir.
´Soru sormanın (istifham) meskutun anh açısından uygun düşmesi, belki de bununla mecazen nefyin kastedilmiş olması ihtimaline binaendîr´ denilirse, deriz ki; aslolan, eğer böyle bir ihtimal varsa, bunun hakikat olmasıdır. Mecaza ise ancak bir delilin varlığı durumunda gidilebilir. Burada ise, böyle bir delil yoktur.
3. meslek:
Biz görüyoruz ki araplar, hükmü bazen meskutun anhin mantuka müsavatı durumunda (söylenmeyenin hükmünün söylenenin hükmüyle aynı olması durumunda) bazen de muhalefeti durumunda (söylenmeyenin hükmünün söylenene aykırı olması durumunda) sıfata talik ediyorlar. Bu durumda hükmün sübutu, vasfı zikredilen (mevsuf) açısından ´malum ve mantuk´, meskutun anh açısından ise ´muhtemel´ olmaktadır. Öyleyse artı bir karîne (ipucu) ve başka bir delil ile açıklama bulununcaya kadar karar vermemelidir. Bunun (hükmün talikinin), muvafakat durumunda mecaz, muhalefet durumunda ise hakikat olduğu iddiası ise delilsiz tahakküm olup, bunun aksi de söylenebilir.
4. meslek:
Bİr şeyden, o şeyin bir vasfını ön plana çıkararak haber vermek, bu vasıfta olmayan şeyleri nefyetmez. Msl. ´Siyah kalktı veya çıktı veya oturdu´ demek, bu işleri beyazın yapmadığı anlamına gelmez. Tam tersine bu şekildeki söz, beyaz hakkında bir şey söylememek demektir. Bazılarınca benimsendiği üzere, eğer buna (msl. beyazın zikredilmemiş olmasına) bir engel varsa, bu takdirde konuşanın lakabı (cins ismi) ve Özel ismi tahsis etmesi (özelikle belirtmesi) gerekir. Ta ki, *Zeydi gördüm´ sözü, başkasını görmemiş olduğuna ve ´Zeyd ata bindi´ sözü, binme işini başkalarının yapmadığına delalet edebilsin. Bu anlayışa tabi olanlar bulunmaktadır. Halbuki bu anlayış dile iftira ve uydurmadır. Nitekim ´Zeydi gördüm´ sözümüz, Zeydin elbisesini, atım ve elbisesini görmediğimiz anlamına gelmediği gibi, Zeydden başkasını görmediğimiz anlamına da gelmez. Eğer böyle olacak olsaydı ´Zeyd alimdir´ sözünün küfür olması gerekirdi. Zira böyle diyen kişi, Allah, melekler ve peygamberlerin bilmediğini söylemiş olmaktadır. Yine "Isa Allanın eiçİsidir" demek de küfür olurdu. Zira böyle diyen kişi Muham-med´in (s) ve diğer peygamberlerin peygamberliğini nefyetmiş olmaktadır.
Denirse ki: [jj^ 194]
Bu işlem, sıfatı isme (vasfı lakaba) kıyas etmektir. Halbuki dilde kıyas olmaz.
Deriz ki:
Bİz bununla yalnızca üzerinde düşünülsün ve tıpkı özel İsimlerin şahısları belirtmeye yaradığı gibi sıfatın da yalnızca mavsufu belirtmeye yaradığı anlaşılsın diye Örnek vermeyi amaçladık. Sığırda ve devede zekat bulunmadığını belirtmek açısından ´Koyunda zekat vardır´ sözüyle, malufede zekat olmadığını belirtmek açısından ´Saime koyunda zekat vardır´ sözü arasında hiç bir fark yoktur.
5. meslek:
Biz araplann, diğerlerini söylemeyip biriyle yetinerek, bir, iki veya üç haber vericiden haber verebileceğinden kuşku duymadığımız gibi, onların mavsufun yalnızca bir sıfatından haber verebileceklerinden de kuşku duymuyoruz. Buna göre, ´Zarif kişiyi gördüm´, ´Uzun boylu kişi kalktı*, ´Dul kadını nikahladım*, ´Saime koyun satın aldım´, ´Aşılanmış hurmalığı sattım´ diyebilirsin. Bu sözleri söyledikten sonra, ´Bakireyle de evlendim´ ve ´Malufe koyun da satın aldım´ desen, bu söz öncekiyle çelişmez, onun hükmünü kaldırmaz ve kendi kendini yalanlama anlamına gelmez; ancak eğer birinci sözün ardından ´Dul kadınla evlenmedim´, ´Saime koyun almadım´ deseydin ilk sözünle çelişmiş olurdun. Buna göre ´Dul kadını nikahladım´ sözü isbata delalet ettiği gibi, nefy´e de delalet edecek olsaydı, bu sözün arkasından söylenen ´Bakireyle de evlendim´ sözü ilk söze aykırı oturdu ve onu yalanlama anlamına gelirdi. [7]
Mefhum İle İstidlal Edilebileceği Görüşünde Olanların Gerekçeleri:
Birinci meslek:
Şâfıî (r), kendisi hem Arap ve hem da dil alimlerinden olduğu halde ´delîlu´l-hitâb´a yani mefhum ile istidlal edilebileceğine kail olmuştur. Yine dil bilginlerinden olan Ebû Ubeyde de bu kanaattedir. (Şâfıî,) Hz. Peygamber´in "Zenginin temerrüdü, onun dokunulmazlığını kaldıran ve cezalandırılmasını helal kılan bir zulümdür" hadisinden hareketle bu hadisin delilinin (mefhum-ı muhalifinin), zengin olmayanın ırz ve ukubetinin helal olmadığını, yine "Birinizin, karnını tıkabasa irin ile doldurması şiir ile doldurmasından daha hayırlıdır" [II, 195] hadisinden, -ki bu sözle kastedilenin hiciv ve sövme veya Hz. Peygamberin hic-vedilmesi olduğu söylenmiştir-ki, karın dolsun dolmasın bunun azının ve çoğunun haram olduğu görüşündedir- tıkabasa doldurma´nın (imtila) özellikle belirtilmesinin (tahsis) İse imtila olmaması durumunun hüküm bakımdan farklı olduğuna ve şiirle uğraştığı halde bütün vaktini şiire ayırmayan kişinin bu tehdid kapsamına girmeyeceğine delalet ettiğini söylemiştir.
Cevap:
Gerek Şâfıî gerekse EbÛ Ubeyde´nin hitab delili konusundaki kanaati, ictihad kaynaklıdır. Yani bu ikisi ´Eğer nefye delalet etmiyecekse özellikle zikretmenin (tahsis bi´z-zikr) ne faydası kalır* şeklinde ictihadda bulunmuşlardır. Onların yaptıkları bu istidlal, ilerde geleceği üzere itirazlara hedef olmuştur. Müctehid, dilcilerin veya peygamber hakkındaki kanaatleri hususunda hatadan masum olmayan kişilerin sözlerini kabul etmek durumunda değildir. Diğer taraftan Şâfıî ve Ebû Ubeyde´nin bu kanaati içtihada değil de nakle dayanmış olsa bile, hele hele aksi görüşü savunan alimler varken, bu husus tek, tek kişilerin nakli ile sabit olmaz. Aynca bazı alimler dilin, mezhep ve görüş sahibi kişilerin nakliyle sabit olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Çünkü bunlar, kendi mezheplerini üstün ve haklı gösterme kaygısı taşıyabilir ve bu durumda da onların sözlerine güven hasıl olmaz.
ikinci meslek:
Allah Teala ´Onlar (münafıklar) için yetmiş defa mağfiret dilesen bile Allah onlara mağfiret etmeyecektir" {Tevbe, 9/801 buyurmuş, Hz. Peygamber de "Öyleyse ben de yetmişten fazla mağfiret dilerim" demiştir. Bu da gösteriyor ki, ayette yetmiş için getirilen hüküm, yetmişin dışındaki sayıların hükmü gibi değildir.
Cevap:
a) Bu, haber-i vahittir ve burada hüccet gösterilemez. Ki zaten bu haberin sahih olmaması belirgindir. Çünkü Hz. Peygamber, insanlar içinde sözün anlamlarını en iyi bilen kişi idi. Ayetteki 70 sayısı, tıpkı "tster şefaatçi ol, istersen olma. Onlar lehinde yetmiş kere de şefaat etsen senin şefaatini kabul etmem" sözünde olduğu gibi, artık ümit kalmadığını belirtme ve mağfiret arzusunu kesme hususunda mübalağa olarak zikredilmiştir.
b) Hz. Peygamber "Öyleyse ben de yetmişten fazla mağfiret dilerim" de- [II, 196] mistir. Fakat bu sözü onlara mağfiret edilsin için söylememiştir. Bu mağfiret,
umma anlamında da değildir. Aksine bu, belki de, ölmüş münafıklar için mağfiret beklemek için değil, gördüğü bir maslahat sebebiyle ve bir de dine teşvik amacıyla hayatta olan münafıkların kalplerini meylettirmek için söylemiştir.
c) Soruyoruz, ´Mağfiretin olmayacağının yetmiş sözü ile özellikle belirtilmesi, yetmişten sonra mağfiretin cevazına mı yoksa vukuuna mı daha fazla delalet eder?´ Eğer ´vukuuna daha fazla delalet eder´ derseniz, bu icmâ´a aykırıdır. Yok eğer ´cevazına daha fazla delalet eder´ derseniz, bu husus, ayetten önce akıl ile sabittir. Dolayısıyla yetmiş ile takdir edilen cevaz kalkmış olur ve ziyadenin cevazı, mefhum ile değil akıl delili ile sabit olur.
Üçüncü meslek:
Sahabe "Su (gusül), sudan (meni) dolayı gerekir (el-mâu mine´1-mâi)" hadisinin, Hz. Aişenin "İki hitan buluşunca gusül gerekir" sözüyle mensuh olduğunu söylemiştir. Şayet ´su, sudandır´ sözü suyun (meni) dışındaki durumlardan suyun (guslün) gerekmeyeceğini (nefy) ihtiva etmeseydi, suyun (guslün) başka bir sebeple vacip olması onun neshi sayılmazdı. Dolayısıyla meni sebebiyle guslün vacipliğİ neshedilmemiş, aksine guslün sadece meni sebebiyle gerekeceği hususu neshedi Emiştir.
Bu gerekçeye birkaç yönden cevap verilebilir:
a) Bunlar haber-i vahiddir ve haber-i vahidle lügat sabit olmaz.
b) Bu husus, sahabenin tamamından değil sınırlı sayıdaki bazı sahabilerden nakledilmiştir. Bu itibarla, onların bu görüşe ictihad yoluyla ulaşmış olmaları mümkündür. Bu hususta onları taklid etmek gerekmez.
c) Sahabenin, ´su, sudandır´ sözünden, guslün sadece meninin boşalması durumunda gerekli olduğunu anlamış olması muhtemeldir. Sahabe, ilk önce zikredilen su lafzından suyun kullanılma cinsi için umûm ve istiğrakı anlamış; sonradan da iki hitanın buluşması haberinin, birinci sözün mefhumunu ve hitap delilini
[II, 197] değil umumunu neshettiğini anlamıştır. Kendisiyle istiğrak kastedilen her umumdan sonra gelen hâss, bu umumunun bir kısmını nesheder ve eğer olay tek ise has ve âmm karşı karşıya gelir (tekabül).
d) ´Su, sudandır´ hadisi **Su ancak sudandır (Lâ mâe illâ mine´1-mâ)" şeklinde de nakledilmiştir. Bu rivayet, tıpkı, "Nikah ancak velî île olur" ve "Namaz ancak abdest île olur" hadisleri gibi, nefy ve isbat tarafını açıkça belirtmektedir. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, ensardan bir adamın kapısına gelip ona seslenmiş, adam biraz gecikerek ve başından su damlayarak dışarı çıkınca Hz. Peygamber "Acele ettin acele ettin, boşalmadığın zaman gusletme; su sudandır" demiştir. Bu haber de nefyi (meni gelmedikçe guslün gerekmeyeceğini) açıkça belirtmektedir. Onlar iki hitanın buluşması haberinin, bu delillerden anlaşılan muhtevayı neshettiği görüşündedirler.
e) Bir rivayette "İnneme´1-mâu mine´l-mâF´ denilmiştir. Mefhumu inkar edenlerden kimileri, bu ifadenin hasr, nefy ve isbat için olduğunu; ´mâ´nın (su) bir lakap olup, lakabın mefhumu olmadığını; dolayısıyla da su´yun sudan gerekeceği hükmünün - mücerred tahsis sebebiyle değil- elif-lam´ıa ve ´İnnemâ´ sözünün delalet ettiği hasr´dan çıkarıldığını söylemişlerdir. Halbuki hiç bir sahabi, bu lafzın mefhumunun (îltikâu´l- hıtaneyn hadisi ile) neshedildiğini söylememiştir. Belki de neshedilen, bu lafzın umumu veya bilinen hasr´dır. Zaten tartışma mücerred tahsis (özel belirtme) konusundadır.
Dördüncü meslek:
Ya´lâ b. Ümeyye´nin Ömer´e ´Emniyet içerisinde olduğumuz halde ne diye hala namazları kısaltıyoruz´ demiş, Ömer de ´Aynı şeyi ben de merak edip Hz. Peygamber´e sormuştum. Hz. Peygamber bana dedi ki; "Bu Allanın size (kullarına) bahşettiği bir sadakadır. Allanın sadakasını kabul edin". Onlar bu olaya dayanarak, bu ikisinin (Ömer ve Ya´lâ) merakının, "Eğer korkarsanız" (Nisa, 4/101) ayetindeki özel belirtmenin (tahsis) mefhumunun geçersizliğinden kay-[II, 198] naklandığını söylerler. Deriz ki:
Namazda aslolan tam kılmak olup, korku ve endişe durumu istisna edilmiştir. Öyleyse korku olmaması durumunda tamamlamanın vacip olması tahsis sebebiyle değil aslın hükmü sebebiyledir.
Beşinci meslek:
îbn Abbas, "Riba ancak nesîededir" sözünden riba´l-fadl´ın nefyini; "Eğer ölenin kardeşleri varsa, ölenin annesi altıda bir alır*´ {Nisa, 4/11} ayetinden, ölenin iki erkek kardeşi olması durumunda Ölenin annesinin üçte bir atacağını; ve "Erkek çocuk bırakmaksızın ölen kişinin sadece bir kız kardeşi varsa bu kız kardeş terekenin yarısını alır" {Nisa, 4/176} ayetinden hareketle de erkek çocuklar ile bulunmaları halinde kız kardeşlerin miras alamayacaklarım anlamıştır. Çünkü kız kardeşe, çocuk bulunmaması şartıyla nısf (terekenin yarısının) verilmesi, bu hükmün çocuğun varlığında bulunmadığını gösterir.
Bu gerekçeye birkaç yönden cevap verilebilir:
a) 8u anlatılanlar tbn Abbas´ın şahsi görüşü olmaktan Öte gitmez, tbn Ab-bas´ın şahsî görüşü ise bizim için hüccet teşkil etmez.
b) Bütün sahabiler bu konuda tbn Abbasa muhalefet etmişlerdir. Eğer Îbn Abbasm mezhebi, mefhum ile istidlalin caizliğine delalet ediyorsa, diğer tüm sa-habilerin mezhebi de bu görüşün aksine delalet etmektedir.
c) îbn Abbas´ın fazlalık ribasını (riba´İ-fadl) sırf bu hadisten hareketle kabul etmediği sabit değildir, tbn Abbas, belki de başka bir delilden ve başka bir karineden hareketle fazlalık ribasını reddetmiştir.
d) Belki de tbn Abbas, ´akıl delili´ veya "Allah alım satımı helal ribayı haram kılmıştır" {Bakara, 2/275} ayetinin umumundan hareketle alım-satırmn asıl İtibariyle ibaha üzere olduğuna kanaat getirmiştir. Hadisteki yasaklama nesie ri-bastna yönelik olduğuna göre, bunun dışındaki ribalar, mefhum ile değil, yukarıdaki ayetin umumu ve akıl delili ile helal olmuş olur.
e) Bu hadis "La riba illa ft´n-nesie" şeklinde de nakledilmiştir. Bu nefy ve isbat hususunda nasstır. Bazı kıyas inkarcıları, hasr ifade etmesi sebebiyle "în-nema´r-ribaji´n-nesie" sözünü benimsemişlerdir.
Altıncı meslek: rjj 1991
Birisi, ´Bana siyah bir köle satın al´ dediğinde, bu sözden, adamın beyaz köle istemediği (beyazı nefyettiği) anlaşılır. Aynı şekilde ´Kalktığı zaman onu döv´ sözünden de, kalkmayınca dövülmeyeceğİ anlaşılır.
Deriz ki:
Bu durum, mefhumu´l-muhalefetin delil olduğunu göstermez. Çünkü aslolan, izin verilen durumlar hariç, satın alma ve dövmenin olmayışıdır, tzin ise belli bir alana münhasır (kasır) olup izin verilenin dışındakiler asıl (nefy) üzere kalmıştır. Siyah ve beyaz arasındaki farkın idrak edilişi buradan doğmaktadır. Bu farkın temeli, isbat ve nefy olup, nefyin dayanağı ´asıl´ (yani satın alma ve dövmenin olmayışı), isbatın dayanağı ise bir alana tahsis edilen izindir (izn-i kasır). Zihin, ancak, siyaha özel izin verildiğinde aradaki farkı kavrar ve siyaha özel izin verilir verilmez hemen beyazı hatırlar. Basit (âmi) evham hemencecik, zihnin bu özel belirtmeyi (ihtisas) ve ikisi arasındaki farkı idrak edişinin ´kasır zikir´den (siyahın özellikle belirtilmesinden) olduğunu daha doğrusu bunun, zikr-i kasırla birlikte olduğunu zanneder. Fakat farkın iki ucundan biri zikirden hasıl olmuş olup diğeri zaten asldan hasıl olmuştu. Zihin, siyahın özellikle zikrediİmesiyle (tahsis) birlikte bunu hatırlar. Görüldüğü gibi, siyah ile beyaz arasında ayırım yapılmasının (fark) meydana gelişi (husul), zikir sebebiyle değil, zikirle birliktedir. İşte burası ayaklann kaydığı bir yer olup, birçokları bu yüzden yanlışlık yapmışlardır.
Yine bu hususa delalet etmek üzere şöyle bir Örnek zikredebiliriz:
Bir kimse, bir koyun, bir inek ile Ğânİm ve Salim adlarındaki iki köleyi satışa arzetse ve ´Ğânimi ve koyunu satın al´ dese, bundan hemencecik, Ganim ile Salim ve koyun ile inek arasındaki fark anlaşılır. Usul İlminde mesafe katetmiş bütün alimler ittifakla, lakabın mefhumu olmadığı görüşündedirler. Zira, "Buğdayı buğday mukabili satma" sözü, ittifakla altı eşya dışında ribanın bulunmadığına delalet etmez. Şayet buna delalet edecek olsaydı, kıyas kapısı kapanırdı. Zaten kıyasın faydası, tahsisi iptal ederek (yani hükmün, sadece, özellikle zikredilen şey için geçerli olmayıp) hükmü mansustan mansus olmayana geçirmektir. Ne var ki, zikrettiğimiz bu şeyler ayak kayma yeridir ve sabit bir asıldan kesip almayı içeren bütün hususlarda caridir. Msl. bir adam karısına ´Eğer eve girersen [II, 200] boşsun´ dese kadın eğer eve girmezse boş olmayacaktır. Kadının bu durumda boş olmayışı, eve girmenin özellikle zikredilmesinden dolayı değil, aslolanın zaten ´boşamanın yokluğu´ olmasındandır. Zira koca karısına ´eğer eve girersen boş değilsin´ deseydi, eve girmemesi halinde kadın boş olmayacaktı. Çünkü aslolan boşamanın vukuu değildir ki, boşamanın olmayışının eve girmeye bağlanması, eve girmenin olmaması halinde asıla başvurmayı gerektirsin. Bu apaçık bir durumdur.
Yedinci meslek:
Mefhumu muhalifi savunanların hemen hepsinin dayandığı ve yanılgılarının da en büyük sebebi olan bu gerekçe şöyledir:
Bir şeyin özellikle zikredilmesinin bir faydası ve amacı olmalıdır. Eğer sâime ile ma´lûfe, dul ile bakire ve kasıt ile hata birbirine eşit ise, ne diye bunlardan biri özellikle belirtiliyor! Üstelik hüküm kapsayıcıdır (şamil) ve açıklama ihtiyacı, her iki kısım için söz konusudur; dolayısıyla O´nu (Şarii), hükmü belli bir kısma has kılmaya sevkeden bir etken de yoktur. Eğer özellikle zikretmenin bir amacı ve faydası yoksa, söz boşa gider.
Buna dört şekilde cevap verilebilir:
1) Bu, bir kere, vacibi ters yüz etmektir (aksu´l-vacib). Siz, bir amaç ve faydanın varlığını, lügatin yapısını (vad´) bilme yolu yaptınız. Halbuki önce, lügatin yapısını bilmek gelir daha sonra da ona bir faydanın terettübü. Yararın varlığını bilmek, dilin yapısını bilmenin bir sonucudur. Dilin yapısını faydanın bilinmesine tabi kılmak doğru değildir.
2) Bu iddia iki önkabule dayanmaktadır. Bunlardan biri, ´özellikle belirtmenin bir amacı ve yararının olması´, diğeri de ´amaç ve yararın, hükmün sadece, özellikle belirtilen husus için geçerli olması´dır. Bu iki mukaddimenin sonucu da, "öyleyse amaç ve yarar budur" seklinde olacaktır.
Biz, birinci Önkabulü yani bir amaç ve yararın bulunduğunu kabul ediyoruz fakat ikinci önkabulü, yani ´amacın yalnızca bu (hükmün özellikle belirtilen hu- [n, 201] sus için geçirli olması) olduğunu´ kabul etmiyoruz. Bunda belki bir yarar ve amaç vardır. Ancak, yarar sadece bununla sınırlı değildir. Aksine, Özellikle belirtmenin (tahsis) birçok nedeni olabilir. Hükmün sadece özellikle belirtilen husus için geçerli olması ise ise bu nedenlerden sadece birisidir.
Denirse ki:
Şayet özellikle belirtmenin bir yaran olsaydı veya bu özel belirtmenin, hükmün yalnızca zikredilen husus için geçerli olmasından başka bir nedeni olsaydı biz bunu bilirdik.
Cevap:
Siz, her amaç ve yararın sizin tarafınızdan bilineceğini nereden çıkarıyorsunuz. Belki de amaç mevcuttur da, siz onu tesbit edememişsinizdir. Siz buradan hareketle, birbirinden tamamen farklı olan ´amacı bilememe´ durumu ile ´amacın olmayışı1 durumunu aynı şey haline getiriyorsunuz. Bu yanlıştır. Bu delilin temel dayanağı başka bir yarar ve amacı bilemeyiştir.
3) Onların bu delilini çökertecek mahiyette olan üçüncü cevap şudur:
Tahsisu´l-lakap (hükümde bir ismin özellikle zikredilmiş olması), usul ilminde mesafe alan hiç kimse tarafından benimsenmemiştir. Sîz, niçin onda da bir amaç/yarar aramadınız. Riba hususunda sadece altı eşya zikredilip, hüküm tüm ölçülebilir (mekîlât) ve yenilebilir (mat´umat) şeylere teşmil edilmişse; yine ineğin ve devenin de zekatını vermek vacip olduğu halde, özellikle koyunun zekatından bahsedilmişçe, aynı hükümde olmalarına rağmen böyle yapılmasının sebebi nedir?
Diyeceksiniz ki, belki de, bir soru, bir ihtiyaç ya da bizim bilmediğimiz bir sebep yüzünden böyle yapılmıştır. Biz de diyoruz ki, öyleyse, aynı şeyleri "tahsîsu´l-vasıf için de düşünün.
4) Hükmün özel bir sıfata tahsis edilmesinin birçok faydası vardır:
a) Şayet Sâri´, hüküm alanlarının hepsini içine alacak bir ifade kullansaydı içtihada yer ve imkan kalmazdı. Bazı lakapları ve vasıflan özellikle zikretmek suretiyle müctehidlerin ictihad ederek çok sevaba nail olmalarını istemiştir. Zira, bu suretle muctehidleri ilme iten sebepler çoğalmış olur ve ilim onların yönelmeleri, düşünce ve istinbat hususundaki aktiviteleri sayesinde muhafaza edilmiş olarak devam eder. Şayet böyle olmasaydı, kıyas yapmaya yer ve imkan kalmayacak ölçüde, her hüküm İçin, hükmün tüm yönlerini (mecârî) içine alan toplayi-[H, 202] cı bir kural (dâbıt) zikrederdi.
b) Şayet Hz. Peygamber saime koyunu tahsis etmeksizin ´Koyunda zekat vardır9 deseydi, müctehid, zihninde doğan ictihad ile saime koyunu bu genel ifadenin kapsamından çıkarabilirdi. Hz. Peygamber, zekatın vacipliğİ konusunda saime koyunu özellikle zikretti ki, ma´lufe koyun da buna kıyas edilsin ve eğer malufenin saime ile aynı durumda olduğuna kanaat getirilirse aynı hüküm onun için de verilsin; farklı olduğuna kanaat getirilirse aynı hüküm verilmesin. Bu suretle saime koyun ictihad alanından uzak tutulmuş olmaktadır.
Aynı şekilde, Hz. Peygamber ´Yiyecek maddesini yiyecek maddesi karşılığında satmayın´ deseydi, belki de müctehid ictihad ederek, buğday ve hurmayı bu kapsamın dışına çıkarabilirdi. Hz. Peygamber, kapsam dışı yapılamayacak şeyi özellikle belirtip, yenilebilen şeylerin hükmünü içtihada bırakmıştır. Hele hele, yiyecek maddesini (taam) ve koyunu zikretseydi, ki bunlar âmm lafızlardır, umûm lafzın ne ifade ettiği hususunda kararsız kalanlar nazarında bu iki lafzın, hem umûm için, hem de sadece buğday veya sadece hurma veya sadece ma´lufe veya sadece saime´yi ifade için zikredilmiş olması muhtemel olacaktı. Bir vasfı özellikle zikretmek suretiyle, Hz. Peygamber, özellikle zikredilen şeyi kararsızlık ve tereddüt alanından çıkarmış ve gördüğü bir lütuf ve maslahat sebebiyle geri kalanları içtihada bırakmış olmaktadır.
c) Altı eşyayı özellikle zikretmeye iten sebep ya bunların yaygınlığı (umûmu vuku´) ya özel bir soru, ya bir olayın vuku bulması ya muamelenin özellikle o konuda denk gelmesi olabileceği gibi bizim bilemediğimiz başka bir sebep de olabilir. Bizim bu sebebi bilemiyor olmamız, öyle bir sebebin yokluğu anlamına gelmez. Tam tersine biz diyoruz ki, buna iten, bizim vakıf olamadığımız bir sebep her halde vardır. Vasıflar hususunda da durum böyledir.
Sekizinci meslek:
Mefhûmun delaletini savunanlar derler ki: Hükmün bir sıfata bağlanması (talik), tıpkı hükmün illete bağlanması gibidir. Nasıl ki, illetin varlığı (sübutu) hükmün varlığını, yokluğu da hükmün yokluğunu gerektiriyorsa, aynı şekilde hükmün sıfata bağlanması durumunda da, sıfatın varlığı hükmün varlığını, sıfatın yokluğu da hükmün yokluğunu gerektirir.
Cevap:
Sıfat ve illetteki görüş ayrılığının mahiyeti birdir. Hükmün illete bağlanması, illetin bulunması halinde hükmün de bulunmasını gerektirir. Ancak, illetin yokluğu hükmün yokluğunu gerektirmez. Aksine, illet ortadan kalkarsa, aslın gerektirin, 203] diği hüküm devam eder. Üstelik biz bir hükmün iki illetle talil edilmesini de mümkün görüyoruz. Şayet dinden dönme (riddet) sebebiyle ölüm cezasının vacip olması, riddet dışında öldürme cezası verilemeyeceği anlamına gelseydi, kısasın vacip olması, bu nefyi (yani riddet dışında ölüm cezası verilemeyeceği hükmünü) neshetmiş olurdu. Halbuki durum böyle olmayıp, illetin zikrediliş amacı, yalnızca râbıta´yı bilmekten ibarettir. Yoksa ki illetin zikrediliş amacı, o illeti bulunduğu yerden başka yere sirayet ettirmek değildir. Bu durum (sirayet), kıyas ile teab-büd etmenin varid olmasıyla bilinmiştir. Şayet böyle olmasaydı, ´Şarabı size şiddeti yüzünden haram kıldım* sözü, belli bir şiddette olan nebizin haram kılınmış olmasını gerektirmezdi. Çünkü bu durumda -mahalli dikkate almaksızın illete tabi olma konusunda bir delil ve teabbüd gelinceya kadar- illetin (şiddet değil) özellikle ve sadece ´şarabın şiddeti´ olması mümkün olurdu.
Dokuzuncu meslek:
Mefhumun delaletini savunlar, bu görüşlerinin doğruluğuna bir de, Kitab ve Sünnetteki -belli sıfatlarla mevsuf olan şeyin hükmünün, bu sıfatlan bulundurmayan şeyin hükmüne aykırı olduğu- bazı özel belirtmelerle (tahsis) istidlal etmişlerdir.
Bu gerekçeye verilecek cevap şudur:
Bu vasıflan taşımayan şeyler, ya asıl üzere kalmaları sebebiyle aykırı hüküm almışlardır, ya da bunların hükümleri (mefhumun delaletiyle değil) başka bir delil veya bir karine sebebiyle bilinmektedir. Şayet zikrettikleri şeyler delalet edecek olsaydı, Kitab ve Sünnette zıddı üzerinde hiç bir etkisi olmayan özel belirlemeler delalet ederdi. Msl. ihramda iken av cezası hususundaki "av hayvanını içinizden kim kasden öldürürse..." (Mâide, 5/95} ayeti böyledir. Zira ayette ´kasden´ denildiği halde, yanlışlıkla öldürene de keffaret gerekir. Yine "Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bîr köle azat etmesi gerekir" {Nisa, 4/92) ayetinde, Şafiî´ye göre, kasden öldürene de aynı keffaret gerekir. Yine "Eğer endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda bir sakınca yoktur" {Nisa, 4/101} ayeti, "Eğer karı-kocanın aralarının bozulmasından endişe ediyorsanız, bir hakem kocanın ailesinden, bir hakem de karının ailesinden gönderin" {Nisa, 4/35} ayeti ve "Hangi kadın olursa olsun, velisinin izni olmaksızın evlenmişse, nikahı batıldır" hadisi de böyledir. Bu gibi örnekler oldukça fazladır. [8]
Delîlu´l-Hitâb´ın Dereceleri:
Bilesin ki; isbattan nefyi tevehhüm etmenin (bir şeyin Özellikle belirtilerek ona bir hüküm verilmesinden hareketle, belirtilmeyen şey için bu hükmün yokluğu sonucuna ulaşmanın) bir mertebesi vardır. Bu mertebeleri sekiz grupta toparlamak mümkündür.
1) Mefhumu´l-lakab:
Mefhumu´l-lakap, bu mertebeler içinde en uzak olanı olup, mefhumu benimseyenler arasında muhassıt olan bilginler bile bunun batıl olduğunu itiraf etmiştir. Msl. Riba hükmünü yalnızca eşyay-ı şilteye tahsis etmek böyledir.
2) Cinse delalet eden türemiş (müştak) isim:
Msl. "Lâ tebtu´t-taâme bi´t-taâm" sözü böyledir. Taam lafzı, her ne kadar yenilen şeylerden türemişse de, taam cinsinin lakabıdır. Bu itibarla bu mertebenin de birinci mertebeye ilhak edilmesi mümkündür. Zira ´mâşiye´ lafzı müştak olduğu halde ´fi´l-ğanemi zekat sözü ile ´fi´1-mâşiyeti zekat´ sözü arasında her hangi bir fark idrak olunamıyor.
3) Arizi olarak ortaya çıkıp sonra kaybolan vasıfların tahsisi:
Msl. "es-Seyy´ıbu ehakku bi nefsihâ" ve "es-sâimetu tecibu fiha´z-zekâf sözü böyledir. ´Saimelik (sevm) vasfı, meydana gelip zail olabilecek bir vasıf olduğu için, belki de zihin, tahsis sebebi aramaya hükmedecek; bulamayınca da bu bulamayışı hükmün bulunmadığına hamledecektir.
Bu da zayıf bir yaklaşım olup, tahsise sevkeden iç düşünceyi (bâis) bilmemekten kaynaklanmaktadır.
4) Önce âmm ismi zikredip hemen arkasından, tamamlama (istidrak) ve açıklama kabilinden olmak üzere hâss sıfatı zikretmek: Msl. ´fi´l-ğanemi´s-sâimeti zekat´ demek böyledir. Yine "men bâe nahleten müebbereten fe semeruhâ ti´l-bâi"´ ve ´uktulu´t-müşrikîn el-harbiyyîn´ sözleri böyledir. Bu örneklerde ´ğanem (davar)´, ´nahle (hurmalık)´ ve ´müşrikûn (müşrikler)´ sözcükleri âmm olarak zikredilmiştir; şayet hüküm bunlara genel olmuş olsaydı, konuşan kişi bunları söyledikten sonra İstidrak yapmazdı. Fakat bîr [II, 205] karîne olmaksızın, sırf bu tahsisin bir mefhumu olamaz. Söz neticede, yine bir istidrak sebebi arama noktasına gelmektedir. îstidrakin, tahsisten başka ve bizim bilmediğimiz başka bir sebebi olabilir. Bu biçimler arasındaki fark şöyle ortaya konabilir; tahsîsu´s-lakab´ın, meskutun anh´in o anda aklına gelmemiş olmasına ve bu yüzden ´altı şey´i zikretmiş olmasına hamledilmesi mümkündür. Bu bir ihtimaldir ve bu ihtimal, mantukun bih´in dışındaki şeylerden gafil bulunmaktır. Dul´dan bahsederken, bakireden gafil bulunmak ise daha uzaktır. Çünkü, sıfatı, bu sıfatın zıddıyla birlikte zikretmek bu İhtimali zayıflatmakta olup, mefhum ihtimali daha belirgin (ezhar) hale gelmektedir. Genellemeden sonra istidrak yapıldığında İse bu ihtimal bütünüyle ortadan kalkmakta ve tahsise götüren (bâis) ihtimallerden birini kesinlemek için, mefhum ihtimali belirginlik kazanmaktadır; şu kadar ki, bunun ardında, biz bilmiyor olsak da, tahsise götüren (dâiye) başka ihtimaller vardır. Dolayısıyla bilinmeyen şeyle ihticac edilmez ve lafza bakılır. ´fi´sâime´ ve ´fi´l-tnüebbere´ ve ´fi saimeti´-ğanem* diyerek saime koyundan ve aşılanmış hurmadan bahseden kişi, malufe koyun ve aşılanmamış hurma hakkmda bir şey söylemiş değildir.
5) MefhÛmu´ş-şart:
Msl. ´Eğer şöyle olursa, sen şunu yap* ve ´eğer size kavmin ileri geleni gelirse, ona ikram edin´ ve "Eğer hamile iseler, onların nafakalarını temin edin"
{Talâk, 65/6} ifadeleri böyledir.
İbn Şureyh ve mefhumu inkar edenlerden bir grup alim, bunun (mefhumu´ş-şart´ın) nefy´e (şartın olmadığı yerlerde hükmün de olmayacağına) delalet edeceğini ileri sürmüşlerdir..Kadı ise bunu (mefhumu´ş-şart´ı) inkar etmektedir. Daha Önceki mertebeler hakkında söylenenlerin kıyasına göre bizce sahih olan görüş de budur. Çünkü şart, yalnızca, şart bulunduğu zaman hükmün sabit olacağına delalet eder ve şartın yokluğunda hükme delaletten eksik kalır (şartın yokluğu durumunda hükmün ne olacağını göstermez). Şartlı ifade, şartın olmadığı durum- [II, 206] larda hükmün yokluğuna delalet etmez. Şartın, varlığa delalet etmeyip, şart zikredilmeden önceki duruma delalet etmesiyle, nefye (şart bulunmadığında hükmün bulunmadığına) delalet edip, şartın zikredilmesinden önce bulunduğu durumun değişmesi arasında fark vardır Bunun delili de, hükmün tıpkı iki illete talik edilmesinin caiz olduğu gibi, iki şarta talik edilmesinin de caiz olmasıdır. Mst. ´Eğer beyyinesİ varsa, davacı lebine mal ile hükmet ve iki şahidi varsa yine davacı lehine mala hükmet (uhkum bi´t-mâli H´l-müddeİ in kânet lehu beyyinetun ve´hkum lehu bi´l-mâli in şehide şâhidân)´ sözü, ikrar İle ve yemin ve şahid ile hüküm verilmesinin nefyine delalet etmez ve daha sonra ikrar ve yemin ve şahit ile hüküm vermenin emredilmesi, kesinlikle, önceki sözün neshedilmesİ ve nassın kaldırılması anlamına gelmez. Bu anlayıştan dolayıdır ki, biz haberi vah idle neshi caiz görmekteyiz. Ebu Hanîfe, belirttiğimiz anlayış yüzünden Allah Teâlâ´nm "Eğer hamile iseler, onların nafakalarını temin edin" sözünün mefhumunu inkar etmiştir. Her ne kadar mefhûm konusunda Şafifye muhalefet ediyorsak da, bu meselede, -nikah bağının kalkmasının, İstisna tutulanlar dışında, nafakanın düşmesini gerektireceği mülahazasıyla-, ona muvafakat etmemiz mümkündür. Burada istisna edilen, hamile kadınlardır. Hamile olmayan kadınlar ise nefy aslı üzere kalırlar ve onlara nafaka verilmez; ancak bu verilmeyiş, şart sebebiyle değil, nafakanın illeti olan nikahın ortadan kalkması sebebiyledir.
6) Hz. Peygamberin "Su, sudandır", "Şuf a, ancak, taksim edilmemiş şeylerdedir", "Velâ hakkı, azat edene aittir", "Ribâ ancak nesîededir" ve "Ameller niyetlere bağlıdır" gibi sözleri.
Ebû Hanîfenin arkadaşlarıyla, mefhumu inkar edenlerden bazıları, bunu inkarda da ısrar etmişler ve bu tür ifadelerin yalnızca isbat olduğunu; hasra delalet etmeyeceğini söylemişlerdir. Kadı ise bunun, hasr hususunda belirgin (zahir) olup, tekid için olmasının muhtemel olduğunu ikrar etmiştir; zira Allah Teâlâ´nın "Allah ancak tek ilahtır" {Nisa, 4/171}, "Allah´tan korkanlar, ancak alimler- m 207] dir" {Fâtır, 35/28} sözleri hasr´ı hissettirmektedir. Fakat ´inneme´n-nebiyyu Muhammed´ ve ´inneme´I-âlimu fî´1-beled Zeyd´ diyen kimse bununla kemali ve tekidi kastetmektedir. Bize göre de tercihe şayan olan görüş budur. Fakat Kadı bunu sadece ´innemâ1 sözüne tahsis etmiş ve ´el-a´mâlu bi´n-niyyât´, ´eş-şufatu fimâ lem yuksem´, ´tahrimuhâ et-tekbîr ve tahtîluhâ ei-tesiîm´ ve ´el-âlimu fı´l-beled Zeyd* sözlerine uyguİamamıştır. Bize göre bu ifade biçimleri, her ne kadar kuvvet bakımından ´innemâlı İfadelerden aşağı olsalar da, hasr hususunda zahir oldukları için ´innemâ´ sözüne ilhak edilirler. Nitekim biz, ´Zeyd, arkadaşımdır´ sözü İle, ´Arkadaşım Zeyd´dİr´ sözü arasındaki farkı ve ´Zeyd alimdir´ sözü İle ´Alîm, Zeyddir´ sözü arasındaki farkı kavrayabiliyoruz, işin özü şudur; haberin, mübtedadan daha özel olması caiz değildir; aksine, haberin mübtedadan daha genel veya en azından ona eşit olması gerekir. Bu bakımdan ´ Canlı, insandır (el-Hayevanu insan)´ denilmesi caiz olmadığı halde,´ insan canlıdır (el-İnsânu haye-van)´ denilmesi caizdir. Zeyd mübteda yapılıp, ´Zeyd arkadaşımdır (Zeyd sadîkî)´ denildiğinde, arkadaşlığın Zeyd´den daha genel olması ve Zeyd´in arkadaşlıktan daha özel olması mümkündür; çünkü mübtedanm haberden daha özel olması caizdir. Ancak ´sadîk´ mübteda yapılarak ´Arkadaşım, Zeyd´dİr (Sadîkî Zeyd)´ denildiğinde, şayet, bu sözü söyleyen kişinin Zeyd´den başka arkadaşı varsa mübteda haberden daha genel olmuş ve haber daha özel olmuş olur ve bu söz, tıpkı, ´el-levnu sevad (Renk, siyahtır)´ ve ´Canlı, insandır (el-hayevânu inşân)´ sözü gibi olur. Her ne kadar aksi mümkün ise de, bu imkansızdır.
Denirse ki:
´Sadîkî Zeydun ve Amrun´, ´el-velâu limen a´teka ve limen kâtebe ve itmen bâe bi şarti´t-ıtk´ denilmesi caizdir. Şayet bu ifadeler, hasr için olmuş olsaydı, bu kullanım hasr ile çelişirdi.
Deriz ki:
[II, 208] Bu ifadeler, hasr içindir, şu şartla ki, söz bitmeden önce, bu hasr ifade edişi değiştirecek bir şeyin bitişmemesi gerekir. Nitekim ´aşere (on)´ lafzı bir anlam İfade etmektedir, ancak kendisinden sonra istisna gelmemesi şartıyla. ´Uktulu´l-müşrikîn´ sözü, tüm müşrikler hakkında zahir bir lafızdır, ancak arkasından ´illâ Zeyd´ denilmemesi şartıyla.
7) ´ilâ´ ve ´hattâ" sıygasıyla, hükmün bir bitiş noktasına çekilmesi:
Bu ifade biçiminin Örneği, "velâ.takrebûhunne hattâ yethume (Temizlenmelerine kadar, kadınlara yaklaşmayın)" {Bakara, 2/222}, "felâ tehillu lehu hattâ tenkiha zevcen ğayrehu (Başka bir adamla nikahlantnca ne helal olmaz)" {Bakara, 2/230}, "...hattâ yu´tu´l-cizyete an yed (elleriyle cizye verinceye kadar)" {Tevbe, 9/29} ayetleridir.
Ebû Hanîfenin arkadaşları ve mefhumu inkar edenlerden bazı alimler bunu İnkarda ısrar etmişler ve bunun, belirlenen gayeden önceki hükmü doğrudan belirtmek (nutk) olduğunu; gayeden sonrası için ise sükut olup, belirtmeden önceki hali üzere kalacağını söylemişlerdir. Kadı ise, bunu kabul etmektedir; çünkü, Allah Teâlâ´ntn "hattâ tenkiha zevcen ğayrehu" ve "hattâ yethurne" sözleri müstakil sözler değildir. Eğer bu sözler, "velâ takrebûhunne" ve "felâ tehillu lehu" sözleriyle ilişkilendirilmezse, boş birer söz olurlar. Bu sözler, içlerinde "temizlenince yaklaşın" ve "başka bir adamla evlendikten sonra yeniden helal olur" şeklinde bir anlam gizlendiği (idmâr) için sahih olmaktadır. Bu yüzdendir ki, birisi ´Ayağa kalkıncaya dek Zeyd´e bir şey verme´ dediğinde, muhatabın ´ayağa kalkınca vereyim mi?´ diye sorması (istifham) çirkin olmaktadır. Şayet ´ayağa kalktığında Zeyd´e ver´ demiş olsaydı, bu istifham yine güzel olmazdı; çünkü bu sözün anlamı ´ayağa kalktığında ver´dir. Diğer bir yön de şudur: Gaye, bîr son´dur, bir şeyin nihayeti İse kesilme yeridir; eğer kesilme yeri yoksa son da yok demektir. Bu bakımdan, ´Tevbe edinceye kadar onu döv´ denildiğinde, artık ´tevbe etse bile dövecek miyim´ denilmesi güzel düşmez. Bu tür ifadelerde bir nevi belirginlik (zuhur) olmakla birlikte yine de, inceleme/araştırmaya gerek vardır. Zira ´başlangıcı olan her şeyin sonu (gaye), başlangıcın kesildiği yerdir; dolayısıyla gayeden sonraki hüküm, başlangıçtan önceki hale döner; böylece de isbat ya kısa (mak- [nt 209] sur) olur ya da zikredilen sınıra (gaye) kadar uzar ve gayeden sonraki hüküm, başlamadan önceki gibi olur. Öyleyse bu mertebe, nefye delalet bakımından öncekilerden daha zayıf olmaktadır.
8) Sekizinci mertebe, ´Lâ âlime fı´l-beledi illâ Zeyd (Beldede Zeyd´den başka alim yok)´ sözü gibi olan sözlerdir.
Mefhumu İnkar edenlerin aşırıları bunu inkar etmişler ve bunun, kendisinden istisna yapılan´ı (müstesna anh´i) doğrudan söylemek, istisna edileni (müstesnayı) ise sükut geçmek olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, ´illâ1 sözüyle hariç bırakılan şey (Zeyd), söze (Beldede alim yok sözüne) hiç dahil olmamıştır ve söz geri kalana (alîm olarak Zeyd´in varlığına) hasredilmiştir.
Bu yaklaşımın batıl olduğu açıktır; çünkü bu ifade nefy ve isbat hususunda sarihtir. Nitekim ´Lâ ilahe illallah´ diyen kişi, sadece nefy İle yetinmemiş; aksine Allah için tanrılığı İsbat etmiş ve tanrılığı Allahtan başkasından nefyetmiştir. Aynı şekilde, ıLâ âlime illâ Zeyd\ ´Lâfetâ İllâ Ati´ ve ´Lâ seyfe illa zulfikar´ diyen kişi, kesinlikle hem nefyetmiş hem de isbat etmiştir. Ancak, "Lâ salâte illâ bt tuhuf, "Lâ nikâhe illâ bi veli" ve "Lâ tebîû´l-bürre bi´l-bürr illâ sevaen bi sevâ" sözleri böyle olmayıp, bunlar şart sıygasıdır ve bunların muktezası, nef-yedilen şeyin, şartın bulunmaması durumunda yokluğudur. Dolayısıyla mantu-kun bih değildir; aksine, abdestli olunmasına rağmen namaz başka bir sebepten fasid olabilir. Veli bulunarak kıyılan nikah ve eşit olarak satılan şeyler de bunun gibidir. Bu, mefhum kuralı uyanncadır. Bir vasfın sabit olması durumunda hükmün isbat edilmesi, bu vasfın bulunmadığı zaman hükmün iptaline delalet etmez; tersine, hüküm, nutuktan önceki hali üzere kalır. Aynı şekilde, hükmün, bir vasfın bulunmaması durumunda nefyedilmesi, bu vasfın bulunması durumunda hükmün bulunacağı anlamına gelmez; aksine hüküm, nutk´tan önceki hali üzere kalır. Söylenen (mantuk bih) ise, yalnızca, vasfın bulunmaması (intifa) durumunda, hükmün de bulunmadığıdır (nefy). ıLâ ilahe illallah1 ve ıLâ âlime illâ [II, 210] Zeyd sözleri ise bundan farklıdır; çünkü bu sözler, nefy üzere varid olmuş is-battır. Nefyden yapılan istisna isbat ve isbattan yapılan istisna nefy´dir. "Lâ salâte" sözünde, abdest hiç söz konusu edilmemiştir; aksine bu söz, yalnızca ´salât´a aittir. Arkasından gelen Hllâ bi tuhûr´ sözü ise, salât´ı isbat için değil, aksine, söz içerisinde kendisine değinilmeyen ´tuhur´u isbat İçindir; dolayısıyla bu sözden (illa bi tuhur sözünden), sadece, şart (yani abdestin, namaz için şart olduğu) anlaşılabilir.
Mesele:
Mefhûm´u benimseyenler, "ve in hıfium şikaka beynihimâ" {Nisa, 4/35} ayetinin ve "eyyümâ imreetin nekahet bi gayri İzni veliyyihâ" hadisinin mefhumu olmadığını itiraf etmişlerdir. Çünkü burada, özellikle belirtmeye (tahsis) sev-keden iç sebep (bâis), âdettir (olağan durum); çünkü muhalaa (hul1), ancak, geçimsizlik (şikak) durumunda cereyan eder; yine kadın, ancak velisi evlenmesine izin vermediği zaman kendi başına nikah kıyar.
Yine mefhhumu´l-lakab´ı benimseyenler, "Subbû aleyhi zenûben min mâi´( Üzerine bir kap su dökün)´ ve ve´l-yestenci bi selâseti ahcâr (Üç taşla temizlensin)´[9] hadislerinin mefhumu olmadığını söylemişlerdir; çünkü Hz. Peygamber bu iki şeyi, yaygın oldukları için zikretmiştir. Bu gibi bâisler sebebiyle mefhum düştüğüne göre, bizim için bâisin açık olmadığı yerlerde, bizim bulamadığımız bir bâisin olması muhtemel demektir; hai böyle olunca, hüküm, bâisin bizim için açık olmaması üzerine nasıl bina bina edilebilir!
Denirse ki:
Allanın ilminde tahsis edici olan bâis bilinemeyip (intifa), zikredilene ve zikredilmeyene olan ihtiyaç eşitse ve her İkisi zikredilme hususunda eşit olup, birisi unutulmuş değilse, bu durumda Hz. Peygamberin, bunlardan sadece birini zikretmesi caiz midir? Eğer caizdir derseniz, Hz. Peygamberi boş ve abes iş yapmaya nisbet etmiş olursunuz. Bu caiz görmenin açılımı şöyledir: Hz. Peygamber, ´oruç tutmak uzun boyluya ve beyazlara vaciptir´ diyor; biz de O´na ´kısa boylu olanlara ve siyahlara da vacip midir?´ diye soruyoruz, ´evet onlara da vaciptir´ diye cevap veriyor. Biz bu defa, ´niçin bunu (uzun boyluluk ve beyazlığı) özel-[II, 211] likle zikrettin´ diye soruyoruz; Hz. Peygamber, ´hiç, keyfi olarak´ diye cevap veriyor. Bu durumda bu sözün şakaya (ciddiyetin zıttı) nisbet edileceğinde ve kendisine gülünmesi için şakacılıkla lakaplanmaya uygun düşeceğinde kuşku yoktur. Msl. ´Yahudi ölünce, göremez´ demek böyledir ve bu dalga geçmek olur. Böylece her hangi bir bâis olmasa bile bunun delil olduğu sabit olmaktadır. Eğer bâis varsa ve bizim için zahir olmamışsa, aslolan bâis´in olmamasıdır. Hükmün buna has olmasının ötesinde, tahsise götüren bir bâisin varlığını tevehhüm ederek, sözün delaletini düşürmek ise, tevehhüme dayanarak sözün delaletini kaldırmak demektir.
Deriz ki:
Sizin zikrettiğiniz hususlar müsellemdir ve aynı zamanda lakabın tahsisi hususunda da geçerlidir. Yahudi ismi, bir lakaptır ve lakabın bir mefhumu olmadığı halde, bunun özellikle belirtilmesi (tahsis) çirkin karşılanır; çünkü böyle yapmak, kıyas yolunu kapatır. Lakabın mefhumu ise, kendisinde lafız yönünden bir delalet bulunmadığı için düşürülmüştür. Çünkü lakap, bir şeyi doğrudan söyleme (nutk), diğer bir şeyi sükut geçmedir. Bu durumda, konuşan kişinin, niçin bir şeyi doğrudan söyleyip, ötekini sükut geçtiği sorulabilir ve biz de bunu bilmediğimizi söyleriz. Nitekim bunun, hükmün ihtisası sebebiyle olması muhtemel olduğu gibi, başka bir sebeple olması da muhtemeldir. Dolayısıyla, salt İhtimal ve vehm sebebiyle ihtisas sabit olamaz. Vasfın tahsisi de bunun gibidir ve arada hiç bir fark yoktur. Bu hale göre, biz delili vehm sebebiyle atmış olmuyoruz; aksine hasım, delili vehm üzerine bina etmiş oluyor; çünkü diğer bâislerin yokluğu bilinmedikçe, hükmün ihtisası bâisi de muayyenleşmez; diğer bâislerin yokluğunu iddia etmek ise sırf vehimdir. ´Yahudi ölünce, göremez* şeklindeki sözün çirkin karşılanması ise, tahsis yüzünden değil; aksine, zaten aşikar olan bir şeyi zikretmesi sebebiyledir. Nitekim ´İnsan ölünce göremez´ ya da ´hayvan, ölünce göremez´ denilmiş olsaydı, bu da çirkin karşılanırdı; çünkü zaten ortada olan bir şey belirtilmiş olmaktadır. Eğer, bîr probleme değinilmiş olsaydı, tahsis hiç bir yerde [jit 212] Çirkin karşılanmazdt. Msl. ´Köle hac esnasında cinsel ilişkide bulunursa, ona kef-faret gerekir´ sözü, her ne kadar hür kişiler de bu hükümde müşterek iseler de, çirkin karşılanmaz. Aynı şekilde, idrakten sonra olması kastedilerek ´insan ancak irade ile hareket eder´ sözü de, her ne kadar diğer canlılar da bu iki hususta, insanla müşterek olsalar da, çirkin karşılanmaz. Mefhum konusunda, Öze ilişkin olarak söyleneceklerin tamamı budur. Böylece, II. Bölüm -sıygası ve vaz´ı yönünden, fahva ve işareti yönünden lafızdan hüküm istinbatı- konusunda yaptığımız inceleme tamamlanmış olmaktadır. Geriye sadece m. Bölüm, -yani, anlam ve makulü yönünden lafızdan hüküm çıkarma konusu- kalmaktadır ki, bu da kıyas´tır. Kıyas hakkındaki söz epeyce uzundur. Biz, Hz. Peygamberin fiili, sükutu ve bunların hükme delalet şekli konusunu da, II. Bölüme katmayı uygun görüyoruz; nitekim sükutun, delalet bakımından, söz menzilesinde olduğu zannedilebilmektedir. Bunu tamamladıktan sonra III. Bölüme yani kıyas´ı açıklamaya geçeceğiz. [10]
F. Hz. Peygamberin Fiillerinin, Sükutunun Ve İstibşarının Delaleti
1. Fiilin Delaleti:
Fiilin delaletine geçmeden önce, peygamberlerin ismeti konusunda bir girizgah yapalım ve şöyle diyelim:
Peygamberlerin doğru sözlülüğü ve Allahin onları mucizelerle tasdik ettiği, akıl burhanı ile sabit olunca, artık, mucizenin medlulüne aykırı olan her şey, akd [II, 213] delili ile peygamberler açısından imkansızdır. Allahı İnkar (küfür), Allahı bilmeme, Allanın risaletini gizleme, tebliğ ettiği konularda yalan, hata ve yanılgı, tebliğde kusur etmek ve insanları çağırmakla emrolunduğu Şer´in ayrıntılarını bilmemek, mucizenin medlulü ile çelişmektedir. Kendisine has olan ve risaletle ilişiği bulunmayan konularda günah (zenb) irtikap etmeye gelince, bize göre, akıl delili, peygamberlerin bundan masum olduğuna delalet etmez; tam tersine, tevkif ve icmâ delili, peygamberlerin büyük günah (kebîre) işlemekten masum olduklarına, yine değerlerini düşürecek olan zina, hırsızlık, Hvata gibi pis şeylerden masum olduklarına delalet etmiştir.
Küçük günahlara (sağâir) gelince; kimi alimler, bütün günahların kebair (büyük günah) olduğunu söyleyerek, peygamberlerin sağâir (küçük günah) işlemeyeceklerini ve bundan masum olmalarının vacip olduğunu ileri sürmüştür. Doğrusu, bazı günahların sağâir olmasıdır ki bunlar, thyâu U7ûmi´d-din adlı kitabımızın Tevbe bahsinde mahiyetini açıkladığımız üzere, haberde varid olduğu gibi beş vakit namazın ve büyük günahlardan kaçınmanın sildiği (keffaret olduğu) günahlardır.
Denirse ki:
Niçin akıl delili İle, peygamberlerin bu tür günahlardan da masum oldukları sabit olmuyor; çünkü, şayet peygamberler, bunlardan masum olmasalardı, insanların kalpleri onlardan nefret ederdi.
Deriz ki:
Bize göre, peygamberlerin, insanları nefret ettirecek tüm şeylerden masum olmaları vacip değildir; nitekim Hz. Peygamberle kafirler arasında savaş vardı ve bu savaş, bazı insanları iman etmekten uzaklaştırıyordu ve Hz. Peygamber, bundan masum değildi. Yine Hz. Peygamber, İptalciler şüpheye (reyb) düşmesinler diye hat ve kitabetten mahfuz tutulduğu halde, iptalciler şüpheye düşmüşlerdir. Kimi insanlar da, nesh sebebiyle şüpheye düşmüşlerdir. Nitekim Allah Teala "Bir ayetin yerine alternatif başka bir ayet getirdiğimiz zaman, ki Allah neyi indireceğini daha iyi bilir, dediler ki; sen bir iftiracısın" {NahI, 16/101} demiştir. Kimi insanlar da, müteşabih ayetler sebebiyle şüpheye düşmüşler ve ´Şayet, (Muhammed) peygamber olsaydı, kapalı husustan açıklamaya güç yetirebilir ve insanlar cehl ve hilaf kelimelerinden kurtarırdı´ demişlerdir. Nitekim Allah [n, 214] Teâlâ "...onlar fitne amacıyla ve tevil amacıyla Kur´an´ın müteşabihlerine takılırlar"- {Al-i imrân, 3/7} demiştir. Tüm bunlar da gösteriyor ki, nefret ettirici (uzaklaştırıcı) şeylerin bulunmaması, mucizenin delaleti için şart değildir, işte Hz. Peygamber açısından günahların hükmü budur.
Unutma (nisyân) ve dalgınlığa (sehv) gelince; kendilerine has olan ibadet vb. gibi hususlarda, unutma ve dalgınlığın peygamberler açısından caiz ve mümkün olduğunda tartışma yoktur. Yine, Şer´in ve risaletin tebliğine ilişkin konularda, masum olduklarında da hilaf yoktur. Çünkü onlar, bu tebliği kesin olarak tasdikle mükelleftirler; yanılgı caiz görülünce tasdik artık mümkün olmaz.
Kimi alimler, Hz. Peygamberin, ictihadla oluşturduğu Şer´ konusunda yanlış (galat) yapmasını caiz görmüşler; fakat bu yanlış üzerinde bırakılmayacağını (bu yanlışın onaylanmayacağını) söylemişlerdir. Bu yaklaşım, ietihadî konularda doğruyu tutturanın (musîb) tek olduğu görüşünde olanların mezhebine göredir. Her müelehidin musîb olduğunu söyleyenlere göre ise, her hangi bir müetehidin içtihadında bile hata tasavvur olunamazken Peygamberin içtihadında nasıl tasavvur edilecektir!
Şimdi asıl konumuza, yani Hz. Peygamberin fitleri konusuna dönelim.
Hz. Peygamberin msl. "ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın" ve "Hac törenlerini benden alın" gibi sözüyle, bir vacibi beyan olarak yaptığı anlaşılan veya halin karinesi ile, msl. hırsızın elinin bilekten kesilmesi gibi, vuku bulmuş bir olayın hükmünü uygulamak olduğu anlaşılan fiil, delildir ve beyandır. Hz. Peygamberin hususiyetlerinden olduğu anlaşılan fiil ise kesinlikle başkası hakkında delil olamaz.
Yanında, nefy veya isbat nususunda bir açıklama bulunmayan fiillere gelince; bize göre sahih olan, bu tür fiillerin bir delaletinin olmaması; tam tersine, bunun bir yönden ibaha, nedb ve vücub arasında, bir yönden de Hz. Peygambere özel olmakla başkalarının da müşterek olması arasında tereddütlü olup, bu kısımlardan her hangi birinin ancak artı bir delil ile muayyen hale gelmesidir. Hatta, peygamberlerin sağâir işlemelerini mümkün görenlere göre, bu fiilin haram olma ihtimali bile vardır. Kimi alimler bu türden olan fiillerin haramlık üzere; kimileri ibaha üzere; kimileri mendupluk üzere olduğunu söylemişler; kimileri de, eğer [n, 215] bu fiil, ibadet türünden ise vücub üzere; âdet türünden ise nedb üzere olacağını ve uymanın (teessî) müstahab olacağını ileri sürmüşlerdir. Bunların hepsi de tahakkümdür; çünkü fiilin bir sıygası yoktur ve bu ihtimaller birbiriyle çatışmaktadır. Şimdi biz bu ihtimallerin batıl olduklarım ayrı ayn gösterelim.
Fiilin haramlık üzere olduğu görüşü:
Bu görüş, Şer´in varid olmasından önce fiillerin haramlık üzere olduğu görüşünde olanların kuruntsudur. Bu görüşte olanlar ´Bu fiil hakkında Şer1 varid olmamıştır; fiilin bizzat kendisi de, ne ibaha ne de vücub için taayyün etmektedir; öyleyse bu ful, önceki hali üzeredir´ derler. Bunlar, fiilin, önceki hükmü üzere kalacağı noktasında doğru söylemişlerdir; fakat, Şer´in vürudundan önce hükümlerin haramlık üzere olduğu noktasında hata etmişlerdir ki biz bunun yanlışlığını göstermiştik. Kaldı ki, Şer´in vürudundan önce hükümlerin mübahlık üzere bulunduğunu söyleyenlerin görüşü- ki bu görüş daha tutarlıdır- bununla çatışmakladır. Diğer yandan, bu anlayış bir çelişki de doğurabilir. Şöyle ki; Hz. Peygamber, birbirine zıt iki fiili iki ayrı zamanda yaptığında, bir şeyin hem kendisi hem de zıttı haram olacaktır ki bu, imkansızla mükellef tutmaktır (teklîfu´l-muhâl).
Fiilin mübahlık üzere olduğu görüşü:
Bu görüştekiler, eğer, ´Hz. Peygamberin fiili mübahlik üzeredir´ derken, Hz. Peygamberin bu konuda bizim için bir serbestlik tanımış olacağım kastediyorlarsa, bu anlayış, aklın ve Sem´in delalet etmediği bir tahakkümdür. Yok eğer bununla, ´fiiller hususunda aslolan, güçlüğün kaldırılmasıdır; dolayısıyla fiil, Şer´den önceki hali üzere kalır´ demek istiyorlarsa, bu doğrudur. Hz. Peygamber bu fiili yapmadan Önce de fiil bu mübahlık üzere idi; öyleyse Hz. Peygamberin fiilinin bir delaleti yoktur.
Fiilin mendupluk üzere olduğu görüşü:
Bu görüş de tahakkümdür; çünkü fiil, nedb olma ihtimaline binaen vacipliğe [II, 216] hamledilemiyorsa, aynı şekilde, vacib olma, hatta mubah olma ihtimali sebebiyle mendupluğa da hamledilemez.
Bu görüş sahipleri iki gerekçeye tutunmuşlardır:
1. gerekçe (şüphe):
Hz. Peygamberin fiilinin vacib ve mendub olma ihtimali vardır; bu ihtimalin en alt derecesi mendupluktur; öyleyse fiil mendupluğa hamledilir.
Deriz ki:
Şayet, mendupluk vacipliğe dahil olmuş olsaydı ve vaciplik, nedb artı ziyade olsaydı, bu söyledikleri doğru olurdu. Halbuki hiç de böyle değildir; çünkü ter-ketmenin caizliği, vücubun tanımına dahil olmadığı halde, nedbin tanımına dahildir. Bu noktada söylenebilecek en alt sınır, fiilin Özellikle ibadet konularında nedbe hamledilmesîdir. tbadet dışı işlerde (âdât) ise, ibahaya hamlinden daha alt sınır yoktur; o da, salt fiil sebebiyle değildir, fakat, biz biliyoruz ki sahabe, Hz. Peygamberin her bir fiili hakkında, bu fiilin caizliğine kanaat getiriyorlardı ve bu fiille cevaza istidlal ediyorlardı. Bu ise, sağâirin O´ndan nefyedilmİş olmasına delalet etmektedir. Sahabe, âdât hususunda da ona iktida ile teberrük ediyorlardı. Fakat bu da, kesin bir delil sayılamaz; çünkü, sahabenin bu fiille istidlal etmelerinin, diğer ihtimalleri kaldıran bir karîne sayesinde olması muhtemeldir; biz ise, karîne bulunmaksızın salt fiillerden bahsediyoruz. Kuşku yok ki, Ibn Ömer Hz. Peygamberi, kazay-ı hacet anında Beyt-i Makdis´e yönelik olarak gördüğünde, bina içerisinde bulunulduğunda, -çünkü Hz. Peygamber bina içerisinde idi-, bu fiilin mubah olduğuna istidlal etmiş; fakat bu fiile iktida etmenin gerektiğine kanaat getirmemiştir. Çünkü Hz. Peygamber yalnız idi ve bunu İzhar etmek amacı taşımıyordu ki, karîne ile, kendisine iktidaya çağırmayı amaçladığı bilinsin. Görüldüğü gibi sahabe, Hz. Peygamberin yaptığı şeyin mubah olduğuna kanaat getirmişlerdi. Bu da, onların, hem, Hz. peygamber hakkında sağâiri tecviz etmedik- [H, 217] lerine, hem de Hz. Peygambere her fiilinde değil, yalnızca, beyan yapmayı amaçladığını gösteren bir karîne iktiran eden fiillerine İktida edileceği kanaatinde olduklarına delalet eder.
2. gerekçe:
tkinci gerekçeleri "Allah Resulünde sizin için uyulacak güzel bir model vardır" {Ahzâb, 33/211 ayetine tutunmak olup şöyle derler; Allah bize, uymamız (tcessî) gerektiğini söylememiş, uyabileceğimizi haber vermiştir; dolayısıyla bu ayet vücuba değil, nedbe hamledilir.
Deriz ki:
Bu ayet sizin aleyhinize hüccettir. Çünkü Hz. Peygambere uyma (teessî), O´nun yaptığı fiili, aynen O´nun yaptığı üzere yapmak hususundadır. Hz. Peygamberin vacip olarak veya mubah olarak yaptığı bir fiili eğer biz mendup olarak yaparsak, O´na iktida etmiş olmayız. Aynı şekilde O´nun nedb olmasını amaçladığı bir fiili eğer biz vacib olarak yaparsak, teessîye aykırı davranmış oluruz. Öyleyse, Hz. Peygamberin kasdını bilmeden O´na teessî etmemiz imkansızdır ve O´nun kasdı ancak kendi sözüyle veya bir karîne ile bilinebilir. Aynca, Hz. Peygamberin fiilleri, vacib ve mendub kısımlarına ayrıldığına göre, tüm fiilleri vücuba hemledenler teessî etmiş olmazlar; yine tüm fıileri nedb´e hamledenler de teessî etmiş olmazlar. Belki Hz. Peygamber, bilinmeyen bir iş yapıyordu. Bu bakımdan fiilin hangi vecih üzere yapıldığını bilmeksizin o fiili işleyen kişi, teessi etmiş olmaz.
Fiilin vücuba hamledileceği görüşü:
Fiilin vücuba hamledileceği, ne aklın ve nazann zarureti ne de kesin bir delil ile bilinmektedir, dolayısıyla bu anlayış tahakkümdür; çünkü Hz. Peygamber´İn fiili, vücub ve nedb arasında ihtimallidir ve Hz. Peygamber´İn sağâirden masumluğunu vacip görmeyenlere göre ise haramlik ihtimali de vardır. Bu durumda, fiilin vücuba hamledileceği şeklinde keyfi bir hüküm verilemez.
Bu görüştekilerin tutunduktan gerekçeler (şüpheler) şunlardır:
1) Hz. Peygamber´İn fiilini, gerçek, doğru ve maslahat olarak vasıflamak
gerekir. Şayet bu vasıf olmasaydı, Hz. Peygamber bu fiile teşebbüs etmezdi ve onunla teabbüd etmezdi.
Deriz ki:
Bunlar, Özellikle Hz. Peygamber hakkında müsellem olup, fiil bu sayede ha-[II, 218] ram olmaktan çıkmış olmaktadır. Fakat biz, fiilin bizim açımızdan durumu hakkında konuşuyoruz. Fiilin O´nun hakkında gerçek, doğru ve maslahat olması, bu fiilin bizim hakkımızda da aynı şekilde olmasını gerektirmez. Tam tersine bu fiilin, peygamberlik vasfına İzafetle veya kendisine özel olan bir vasıfa izafetle maslahat olması mümkündür. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, birçok caiz, vâcib ve haram işlerde bizden farklı davranmıştır. Mukîm, yolcu, hayızlı ve temiz kişilerin, namaz hususunda birbirinden farklı hükümlere tabi oldukları gibi, Hz. Peygamber ile ümmet arasında farklılığın bulunması da mümkündür.
2) O, bir peygamberdir; peygamberin tazim edilmesi vaciptir; O´na teessi de bir tazimdir.
Deriz ki:
Boyun eğme hususunda krala tazim, emrettiği ve yasakladığı şeylerdedir; yoksa ki kral bağdaş kurup oturunca, bağdaş kurmak veya o, tahta oturduğunda, tahta oturmakta değildir. Resul, bazı şeyleri nezredecek olsa, Resule tazim, aynen onun nezrettiği gibi nezretmekte değildir; Resul, boşama, alım-satım vb. gibi işlemleri yaptığında, bu hususlarda O´na benzemeye çalışmak tazim değildir.
3) Şayet, fiilleri hususunda Hz. Peygamber´e mütabaat edilmeyecek olsaydı, O´na sözlerinde mütabaat etmemek de caiz olurdu ki bu, O´nu küçültmek ve kalpleri ondan uzaklaştırmak demektir.
Deriz ki:
Bu yaklaşım, saçmadır; çünkü söz hususunda Hz. Peygamber´e muhalefet etmek O´na isyan etmek demektir; O ki, kendisine sözleri hususunda uyulsun diye, tebliğ için gönderilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber´in sözleri başkalarına taşar, fiili ise kendisiyle sınırlıdır. Gönülleri uzaklaştırma meselesine gelince, biz bunun dikkate alınmayacak bir husus olduğunu açıklamıştık. Şayet, O´na benzemeyi ter-ketmek, O´nu küçültmek demek olsaydı, biz, visal orucunu, dokuz hanımla evlenmeyi, hatta peygamberlik iddiasında bulunmayı terketmek suretiyle O´nu kü-Çültmüş olmaktayız. Açıkça görülüyor ki, bunlar boş kuruntulardır. Meselenin özü şudur: Tıpkı kur´ (hayız, temizlik) vb gibi, müşterek lafızların ihlimalli olması gibi, fiil de ihtimallidir ve artı bir delil olmadıkça, fiili bu ihtimallerden her hangi birine hamletmek caiz değildir. [II, 219] 4) Onlar görüşlerini desteklemek için birtakım ayetlere de tutunmuşlardır. Msl. "O´na ittiba edin" {A´râf, 7/158} ayeti, hem sözleri hem de fiilleri içine almaktadır. Yine "Onun enirine muhalefet edenler kendilerine bir fitnenin ya da acı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar {Nûr, 24/63}", "Peygamber size neyi emretmişse alın* neyi yasaklamışsa kaçının" (Ayetin siyak-sibak bü-tünlüğündeki anlamı ´Peygamber size neyi vermişse alın, vermemişse üstelemeyin´ şeklindedir) (Haşr, 59/7 J gibi ayetler de bunun gibidir. Bu ayetler, Hz, Peygamberin sözlerinin kabulüne racîdir. Bu ayetler, hem sözleri ve hem de fiilleri içine alsa bile, umumun tahsisi mümkündür.
5) Bunlann en zahir delilleri,, sahabenin uygulamasına tutunmalarıdır. Nitekim sahabe, Hz. Peygamber visal yapınca visal yapmışlar; namazda, ayakkabılarını çıkarınca onlarda ayakkabılarım çıkarmışlardır; Hudeybiye yılında, tıraş olarak ihramdan çıkmalarını emredince, sahabe duraksamtş, bunun üzerine Hz. Peygamber, bu durumu Ümmü Selemeye şikayetlenince, Ümmü Seleme, ´önce sen onların huzuruna çık, kurban kes ve traş ol´ demiş; Hz. Peygamber böyle davra-nınca, sahabe de, yarışırcasına, kurban kesmişler ve traş olmuşlardır. Yine Hz. Peygamber, yüzüğünü çıkarınca, sahabenin de çıkarması; Ömer´in, ıBen biliyorum ki sen, zarar da vermeyen fayda da vermeyen bir taşsın! Şayet Hz. Peygam-ber´i, seni öperken görmeseydim, ben de öpmezdim´ diyerek Hacer-i Esved´i öpmesi; Ümmü Seleme´ye, oruçlunun öpmesinin hükmünü soran kişiye verilecek cevap konusunda, Hz. Peygamber´in Ümmü Seleme´ye "Ona, benim oruçlu iken öptüğümü söyleseydın ya!" demesi de böyledir. Aynı şekilde sahabe bütünüyle, iltikau´l-hitaneyn durumunda gusül yapmanın vacip olup olmadığında ihtilaf etmişler; Aişe, ´Ben ve Resulullah böyle yaptık ve guslettik´ deyince, hepsi birden bunu kabullenmişlerdir.
Bu gerekçeye bir kaç yönden cevap verilebilir:
a) Bunların hepsi âhâd haberlerdir. Nasıl ki kıyas ve haber-i vahid ancak kesin bîr delille sabit oluyorsa, aynı şekilde, asıllardan biri olan bu konu (fiilin delaleti konusu) da aynı şekilde kesin bir delille sabit olmalıdır.
b) Sahabe, Hz. Peygamber´e tüm fiillerinde ve ibadetlerinde ittiba etmemiştir. Hal böyle olunca, sahabenin, bazı fiillerde O´na uyması, delil oluyor da, sahabenin bazı fiillerde O´na muhalefet etmesi, niçin, muhalefetin caizliğinin delili olamıyor!
c) (Asıl cevap budur) Bu haberlerin tamamı, namaz, hacc, oruç ve abdest gibi hususlara ilişkindir. Hz. Peygamber, sahabeye, bu konularda kendisinin ve onların Şer´inin aynı olduğunu açıklamış ve "Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın", "Hac törenlerini benden alın", demiştir; yine "İşte bu, benim ve benden önceki peygamberlerin abdestidir" diyerek, onlara abdest almayı öğretmiştir. Visal orucuna gelince; Hz. Peygamber, sahabeye oruç tutmayı emredip, kendisi de onlarla beraber oruç tutunca, sahabe visal fiili ile Hz. Peygamber´in vacibe imtîsali ve onu açıklamayı amaçladığını zannetmişlerdir; Hz. Peygamber da onların bu zannlannın doğru olmadığını belirtmiş ve bu hususta kendisine muvafakat etmelerine karşı çıkmıştır. Oruçlunun öpmesi de böyle olup, Hz. Peygamber onlara, orucu bozan şeyler hususunda kendisiyle onların aynı hükme tabi olduklarını daha önceden açıklamış olabilir. Gusül meselesi de böyle olup Hz, Peygamber onlara aynı hükme tabi olduklarını daha önceden açıklamıştır. Sahabenin bunu anlaması ise satt fiilin anlatılmasıyla değildir; nitekim Hz. Peygam-ber´den "cinsel organlar buluşunca gusül gerekir" dediği de nakledilmiştir. Yüzüğü çıkarma meselesine gelince; Hz. Peygamber yüzüğünü çıkarınca, sahabe de, bunun kendileri için vacip olduğuna kanaat getirdikleri için değil, O´na muvafakat etmeyi arzuladıkları için çıkarmıştır ya da Hz. Peygamber, yüzük takınma uygulamasında (sünnet) onlarla eşit olunca, sahabe, çıkarma sünnetinde de eşit olacaklarını tevehhüm etmiştir.
Denirse ki:
Aslolan; Hz. Peygamber hakkında sabit olan şeylerin, istisna edilmesi durumu hariç, âmm olmasıdır.
Deriz ki:
Tam tersine aslolan; O´nun hakkında sabit olan şeylerin, umumi leş tirdi kleri hariç, hâss olmasıdır.
Denirse ki:
Umumîleştirme daha çok olduğu için, bunlar da aynı şekilde değerlendirilir.
Deriz ki:
Daha çok olana göre değerlendirmek zorunlu değildir. Nitekim, bir kızkar-deş, on yabancı kadınla karışıp şüpheli bir durum ortaya çıkınca, kadınların çoğunluğu helal olduğu halde, burada çoğunluk hükmü uygulanamaz. Çoğunluk [II, 221] esas alınacak olursa, mubahlar, menduplardan daha çok olduğu için, menduplann. mubahlara; menduplar da vaciplerden çok olduğu için vaciplerin menduplara ilhak edilmesi gerekir. Hatta birisi çıkıp, haramlar, vaciplerden daha çoktur; dolayısıyla, vacipler de haramlar gibi değerlendirilsin diyebilir. [11]
2. Fiillerin Hükümleri Konusunda Farklı Gerekçeler:
1) Birisi çıkıp, Hz. Peygamber´in fiili bize nakledildiğinde, müctehidin araştırması vacip olan şeyler ve müstehap olan şeyler nelerdir?´ diye sorabilir.
Deriz ki:
Sadece bir şey vaciptir; o da, bu fiilin, âmm bir hitabı açıklamak veya âmm ve bağlayıcı bir hükmün uygulanış biçimini göstermek (tenfız) olarak mı yoksa bu şekilde olmayarak mı varid olduğunu araştırmaktır. Eğer araştırma sonucunda fiilin, birinci kısımdan olduğu anlaşılırsa, bu fiile uymamız vaciptir; İkinci kısımdan ise, bu fiil kendisiyle sınırlıdır. Fiilin, âmm bir hükmü beyan olduğuna dair bir delil kaim olmamışsa, bu fiilin Hz. Peygamber hakkında mendup mu, vacip mi, mubah mı, haram mı olduğunu veya kaza mı yoksa geniş zamanlı veya dar zamanlı bir eda mı olduğunu araştırmak gerekli değildir. Tam tersine bu araştirma, ilimde artı bir derece ve fazilet olup, miictehidin bunu bilmesi müstehaptır.
Denirse ki:
Fiil dışında, beyana muhtaç olan kaç sınıf şey vardır?
Deriz ki:
ihtimal götüren lafızların beyana ihtiyacı vardır. Bunlar; mücmel, mecaz, aslî konumundan nakledilmiş ve Şer´in tasarrufuyla nakledilmiş lafızlar, husus ihtimali bulunan âmm lafız; tevil ihtimali bulunan zahir, istikrarından sonra hükmün neshi; ´yap´ sözünün, nedb mi yoksa vücub mu ifade ettiği ya da fevr mi te-rahi mi ifade ettiği veya tekrar için mi yoksa bir kerelik İçin mi olduğu; birbirine atıfla bağlanıp, arkasından istisna gelen cümleler ve ihtimallerin tearuz ettiği bu kabil şeylerdir ve fiil de bunlardan biridir.
Denirse ki:
Hz. Peygamber, kendi fiili ile bize bir şeyin mendupluğunu beyan edecekse, [nj 222] O´nun bu fiili işlemesi vacip olur mu?
Deriz ki:
Bu fiil, beyan olması bakımından vacip -çünkü, bu fiilin işlenmesi Şer´in tebliğidir-, bir fiil olması bakımından ise menduptur. Bazı Kaderiler, vacibin beyanının vacip, nedbin beyanının nedb ve mubahın beyanının ise mubah olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu mantık devam ettirifirse, haramı beyan etmenin de haram olduğunu söylemek lazım gelir. Haramın beyanı vacip olduğuna göre, nedbin beyanı niçin vacip olmasın! Mubah da bunun gibidir. Bunlar, Allanın, kullan üzerindeki hükümleri olup, Hz. Peygamber bunları söz ya da fiil yoluyla tebliğ ve beyan etmekle emrolunmuştur. Hz. Peygamber, söz ya da fiille açıklamak arasında muhayyer olup, fiili işlediği zaman, vacibin iki seçeneğinden birini yapmış olur ve O´nun bu fiili, vacip olarak vaki olmuş olur.
Denirse ki:
Hz. Peygamber´in fiilinin, beyan olduğu nasıl anlaşılır?
Deriz ki:
Bu husus, ya Hz. Peygamber´in sarih sözüyle, ki bu açıktır, ya da karinelerle anlaşılır. Bu karinelerden biri şudur: Mücmel bir hitab varid olur ve Hz. Peygamber bunu ihtiyaç anına kadar sözüyle beyan etmez; sonra ihtiyaç ve hükmü uygulama anında, açıklama sayılmaya müsait olan bir fiil işler. Böylece bu fiilin beyan olduğu anlaşılır. Zira; şayet bu fiil, beyan olmayacak olsaydı, Hz. Peygamber, beyanı, ihtiyaç anından sonraya ertelemiş olurdu ki bu, kimilerine göre ak-len, kimilerine göre ise sem´an imkansızdır ve böyle bir durumun olmadığında ittifak vardır. Fakat fiilin beyan için olduğu hususu, sahabe için açıktır; zira onlar, o ana kadar, sözlü bir açıklama olmadığını bilmektedirler. Bizim durumumuza gelince; Hz. Peygamber´in, bu fiilden önce sözlü bir açıklama yapmış olması ve bu açıklamanın bize ulaşmamış olması mümkün olduğu için, bize göre zahir olan, fiilin beyan için olmasıdır. Bu bakımdan, msl. Hz. Peygamberin, hırsızın elini bilekten kesmesi ve dirseklere kadar teyemmüm etmesi, "...ellerini kesin" {Mâide, 5/38} ve "yüzünüzü ve ellerinizi mesnedin" {Mâide, 5/6} ayetlerinin beyanı olur. [II, 223]
2) Aynı suyla mı yoksa yeni bir suyla mı olduğuna değinilmeksİzin, Hz. Peygamberin başını ve kulaklarını meshetmesi gibi mufassal olmayan bir fiil nakledilip daha sonra da kulakları için yeni su aldığının nakledilmesi durumunda, bu ikinci nakil, zahirde, birincideki ihtimali giderir, fakat, yine de, vacib olanın bir su, müstahap olanın ise yeni su olması ve iki fiilden birinin alt sınırı, diğerinin mükemmel olanı gösteriyor olması muhtemeldir.
3) Üçüncüsü, lazım gelen bir şeyi terketmesi olup, bu da onun kendisi hakkında mensuh olduğunu gösterir. Başkaları hakkında ise nesih, ancak, hükümdeki müşterekliğini beyanı ile olur. Birisi, Hz. Peygamber´in gözü önünde bu şeyi terkedip, Hz. Peygamber bunu bildiği halde karşı çıkmazsa, bu durum, neshin başkaları için de geçerli olduğunu gösterir.
4) Meyve (semer) veya nısab miktarına ulaşmayan bir şey çalmış olan biri getirildiğinde Hz. Peygamber bu şahsın elini kesmezse, bu durum ayetin tahsis edildiğini gösterir; şu şartla ki, kesme cezasını düşürecek başka bir şüphenin bulunmadığının da bilinmesi gerekir. Çünkü kendisine bir kılıç çalmış birisi getirildiğinde Hz. Peygamber bunun elini kesmezse, biz kılıç ve demir hususunda el-kesmenin olmadığı sonucunu çıkaramayız; fakat bunun sebebini araştırırız. Semer ve nısab miktarının altındaki şeyler de bunun gibidir. Aynı şekilde Hz. Peygamber´in kunut´u, besmeleyi ve birinci teşehhüdü bir kere terketmiş olması, neshe delalet etmez; zira bu unutmaya veya sünneti terketmenin caizliğini beyana hamledilir. Eğer bir kaç kere terkederse, bu terk, söz konusu şeylerin vacip olmadığını gösterir. Yine baldırı açık olarak bulunursa, bu durum baldırın avret sayılmadığını gösterir.
5) Hz. Peygamber´in namazda, -msl. husuf namazında bir rüku artırması ve Ümâme´yi sırtına alması gibi- ´şayet vacib olmasaydı namazı ifsad edecek olan´
[II, 224] bir fiil yaparsa, bu, az Fiilin namazı batıl kılmayacağını ve yapılan bu fiilin az fiil olduğunu gösterir ve bu uygulama "Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılın" sözü ile birlikte bizim hakkımızda bir beyan olur.
6) Allah Teâlâ, namaz kılmayı, cizye ve zekat almayı mücmel olarak emret-se, ve akabinde Hz. Peygamber, cizye almaya başlasa, bunun bir açıklama ve hükmün tenfızi olduğu anlaşılır. Fakat ihtiyaç, beyanın ertelenmesi caiz olacak biçimde henüz gerçekleşmiş değilse, bu fiilin beyan olduğu taayyün etmez; aksine, bu fiilin, Hz. Peygamber´in, özellikle, bu vakitte yapmakla emrolunduğu bir fiil olması ihtimali vardır. Öyleyse, başka bir karîne olmadıkça, bu fiil genel bir hükmün beyanı olamaz.
7) Hz. Peygamberin bir fiil yapan birinden bir mal alması veya ona vurması veya her hangi bir ceza uygulaması, bu fiili yapan kişinin bu malı ödemek durumunda olduğuna dikkat çekmedikçe, özellikle kendisine ait bir fiildir; çünkü, her ne kadar malın alınması, adamın bu fiilinden sonra olmuşsa da, söz konusu fiilin mal almayı gerektirdiği taayyün etmiş değildir ve malın alınmasını ve ceza verilmesini gerektiren başka bir sebebin bulunması imkansız değildir; dolayısıyla da bu uygulamanın sadece Hz. Peygamber´e has olması imkansız değildir. Hz. Pey-gamber´in, bir fiil işleyen biri hakkında mali veya bedeni bir cezaya hükmetmesi ise, -msl. bedevi hakkında, köle azat etmesine hüküm vermesi- bu hükmün söz konusu fiilin sonucu olduğunu gösterir; çünkü ravi, ancak bir karine ile anladıktan sonra, ´Hz. Peygamber, falan kişi hakkında, falan işi yaptığı için şu hükmü verdi´ der.
Denirse ki:
Hz. Peygamber, bir fiil yapsa ve bu fiil bir beyan olsa; bu beyan bir yer ve zamanda ve bir biçim (hey´et) üzere vaki olacağına göre, aynca bu zaman, mekan ve hey´ete de tabi olunacak mıdır?
Denilir ki:
Hey´et ve keyfiyete tabi olunur; zaman ve mekan ise, -haccın Arafat ve Ka´be´ye özel olması ve namazların vakitlere has olması gibi- bu yöndeki bir delil sebebiyle, yapılan açıklamaya uygun olması durumu hariç, tıpkı, gök yüzünün bulutlu olması ve açık olması gibi olup, bunların hükümde hiç bîr rolü yoktur. Çünkü; şayet mekana tabi olunacak olsaydı, bu rivayete bizzat riayet etmek la- [n, 225] zım gelirdi ve bu vakte riayet vacip olurdu. Halbuki bu vakit geçmiştir ve geri döndürülmesi mümkün değildir; o vakitten sonraki zamanlar ise, misil değildir; öyleyse, fiilin geçmiş zamanda iadesi gerekir; bu ise imkansızdır. Kimi alimler, eğer fiil, bir yerde ve bir zamanda birkaç kez yapılmışsa, bu durum, o yer ve zamanın hususiyetini göstereceğini; aksi takdirde göstermeyeceğini söylemişlerdir. Bu anlayış, yukarıda geçen sebeplerden dolayı, fasittir.
Denirse ki:
Eğer Hz. Peygamberin fiili beyan ise, Hz. Peygamberin, bir fiili takriri, fiile ses çıkarmaması, karşı çıkmaması, fiili yapanı bu fiilden dolayı müjdelemesi veya övmesi, söz konusu fiilin caizliğine delalet eder mi ve bu bir beyan sayılır mı?
Deriz ki:
Evet, bildiği halde susması ve karşı çıkmaması, caizlik delilidir. Zira; şayet o fiil haram olsaydı, buna karşı çıkmaması caiz olmadığı gibi, batıl bir fiil sebebiyle müjdelemesi de caiz değildir, öyleyse ses çıkarmaması, -´kıyafet (kâiflik)´ prensibi konusunda nakledildiği gibi- o fiilin caizliğine delildir. Hz. Peygamber için sağâiri caiz görüp, bu fiili masiyete hamledenlere göre, karşı çıkmamanın delaleti düşer. Halbuki biz, sahabenin bunu inkar ettiklerini ve imkansız gördüklerini bilmekteyiz. Denirse ki:
Belki de, Hz. Peygamberin karşı çıkmasına bir engel vardı; msl. Hz. Peygamber, bu adama tahrimin ulaşmadığını ve bu fiili de bu yüzden yaptığını bildiği için veya bir kere aynı fiil yüzünden karşı çıkmış, bu karşı çıkma fayda vermeyince, tekrarlamaya gerek görmediği için karşı çıkmamış olabilir.
Deriz ki:
Bu, bir engel değildir; çünkü kendisine tahrim ulaşmamış kimseye, tahrimin ulaştırılması ve bir daha yapmaması için de, bu fiilin yasaklanması gerekir. Kendisine tahrim ulaşıp da, halen vazgeçmeyene de, tahrimin neshedildiğini teveh-hüm etmesin diye, yeniden tekrarlamak gerekir.
Denirse ki:
Öyleyse niçin Hz. Peygamber´e her cumartesi ve pazar sabahlan, kiliselerinde ve havralarında toplandıklarında, Yahudi ve Hrıstiyanların yanına uğraması vacip olmamıştır.
Deriz ki:
Çünkü Hz. Peygamber, tebliğ etmesine rağmen, onların, inançlarında ısrarlı olduklarını bilmektedir. Halk da Hz. Peygamberin daima onları tekfirde ısrarlı olduğunu bilmektedir. Bu durum (Hz. Peygamberin her cumartesi ve pazar sabahı onların yanına gitmeyişi), bu ısrarın neshedildiği vehmini doğurmamıştır. Gözleri önünde, bir kere veya birkaç kere cereyan eden olay ise böyle değildir; bu gibi olayları sükut geçmek nesh vehmini doğurabilir.
[II, 226] [12]
3. İki Fiilin Tearuz Etmesi:
Tearuz, çelişki (tenakuz) anlamındadır. Eğer tearuz bir haberde[13] söz konusu olursa, ikisinden birinin mensuh olmasını gerektirir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ´dan ve Hz. Peygamber´den gelen haberlerde tearuz olmaz. Eğer tearuz emir, nehİy ve hükümlerde söz konusu olmuşsa, sonuncusu ilkini kaldırır ve bu nesh olur ve bu tasavvur olunabilir. Tearuz, çelişki demek olduğuna göre, fiilde tearuz olamaz; çünkü, iki fiilin, iki ayn zamanda veya iki ayn şahıs hakkında olduğu farzedilebilir ve bunlardan birinin vacib diğerinin haram olduğunu söylemek suretiyle uzlaştırma (cem1) yapılabilir. Dolayısıyla tearuz olmaz.
Denirse ki:
Öyleyse sözde de çelişme olmaz; zira İki ayrı durumda iki söz bulunabilir; çelişen ise bu iki sözün hükmüdür, tki fiilin hükmünün çelişmesi de böyledir.
Deriz ki:
İki sözün hükmünün çelişmesi, birinci sözün devamlılık gerektirmesi, ikincisinin ise bu devamlılığı kesmesi sebebiyledir. Fiil ise, ne bir hükme ne de bir hükmün devamlılığına delalet etmektedir. Gerçi Sâri´, bir fiili bizzat yapmakla, bizde bu fiilin vacipliğinin sürekli oluşu İzlenimini uyandırıp sonradan kendisi bu fiili terketmişse, bu durum, nesh ve hükmün devamlılığını kesme anlamına gelebilir. Bu kadarı da mümkündür.
Söz ve fiil arasında tearuz olması ise mümkündür. Şöyle ki; Hz. Peygamber, kendisinin, gerek başlangıç gerekse nesh durumunda, onlarla aynı hükme tabi olduğunu hissettirerek, her hangi bir fiili sürekli olarak ümmetine vacip kılan bir söz söyler, daha sonra kendisi bu fiilin aksini yapar veya bu fiilin aksi yapıldığında ses çıkarmazsa, sonuncu öncekini neshetmiş olur; eğer tarih problemli ise [II, 227] araştırılması gerekir. Aksi takdirde tearuz (çatışma) gerçekleşir. Nitekim, hırsızlık yapan birisi hakkında ´eğer beşinci kez çalarsa, Öldürün1 demiş; daha sonra kendisine beşinci kez hırsızlık yapan biri getirilince de, öldürmemiştir. Eğer bu olay daha sonra ise, burada fiilin sözü neshetmesi durumu söz konusudur. Eğer söz daha sonra ise, söz fiili neshetmiştir. Kimi alimler, söz ile fiil tearuz edip tarih tesbit edilemediğinde, sözün öncelik kazanacağını söylemişlerdir. Bunların hareket noktası şu iki husustur: a) Söz, bizzat beyandır, fiil ise böyle değildir; dolayısıyla, fiilin O´na has olması tasavvur edilebilir, halbuki söz, başkalarına da geçer, b) Söz, tekrarlamak suretiyle pekiştirilir; halbuki fiil böyle değildir.
Biz de deriz ki: Fiilin bizatihi beyan olmadığı şeklindeki sözünüz müsellemdir; fakat bizim sözümüz, harici bir sebeple beyan olan söz hakkındadır. Fiil, harici bir sebeple beyan özelliğini kazandıktan sonra, artık, bizatihi beyan olandan geri kalmaz. Yine fiilin Hz. Peygambere has olabileceği sözünüz de müsellemdir; fakat bizim sözümüz, böyle bir hususiyete hamledilemeyen fiil hakkındadır. Sözün tekrarlamakla müekket hale geleceği sözüyle, eğer ´söz mütevatir olunca, ilim ifade eder* denilmek isteniyorsa, bu da müsellemdir, eğer değişik şahıslardan mütevatir olarak gelmişse, buna zaten tekrar denilmez. Sözü bir kişinin tekrar etmesinin ise, tıpkı fiilin tekrar edilmesi gibi, hiç bir etkisi yoktur.
Böylece, sözlere İlhak edilen fiiller ve bunlardaki beyan ve icmalin açıklaması hakkındaki söz tamamlanmış olmaktadır. Şimdi sıra, bu kutubun üçüncü fenni ile meşgul olmaya geldi. Üçüncü fen, lafızların, medlullere, makulleri ve manaları yönünden delalet keyfiyetini -ki buna kıyas denilmektedir- açıklamak için resmedilmiştir. Artık, Allah´tan (azze ve celle) yardım isteyerek kıyası açıklamaya geçebiliriz. [14]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/162
[2] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/162-163
[3] Müslim, İman, 132/1,87
[4] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/163-164
[5] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/165--
[6] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/165-166
[7] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/166-169
[8] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/169-176
[9] Ebu davud, Taharet; 4/1, 3
[10] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/176-182
[11] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/183-189
[12] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/189-193
[13] Doğrulanabildi ve yanlışlanabilen söz; geçmişte olmuş bitmiş bir olay
[14] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/193-194
B. İşaretin Delaleti
C. Hükmün Münasib Vasfa İzafesinden Ta´lili Anlamak
D. Mefhumu´l-Muvafakat (Fahve´l-Hıtab)
E. Mefhumu´l-Muhalefet (Deülu´l-Hıtab)
Mefhum İle İstidlal Edilebileceği Görüşünde Olanların Gerekçeleri
Delîlu´l-Hitâb´ın Dereceleri
F. Hz. Peygamberin Fiillerinin, Sükutunun Ve İstibşarının Delaleti
1. Fiilin Delaleti
2. Fiillerin Hükümleri Konusunda Farklı Gerekçeler
3. İki Fiilin Tearuz Etmesi
H. LAFIZLARIN FAHVA VE İŞARET YÖNÜNDEN DELALETİ
Lafızların, sıyga itibariyle değil de, fahvâ ve İşaret itibariyle delaleti beş çeşittir: İktizanın delaleti, işaretin delaleti, hükmün münasip vasıfa izafesinden ta´lili anlamak, mefhumu´l-muvâfakat ve mefhûmu´l-muhâlefet. [1]
A. İktizanın Delaleti
iktiza, lafzın delalet etmediği, doğrudan söylenmiş (mantukun bih) olmayan, fakat lafzın zaruretinden kaynaklanan bir delalet çeşididir. Şu durumlarda lafzın zarureti söz konusu olur;
a) Sözü söyleyen kişinin (mütekellim) doğru kabul edilebilmesi böyle bir iktizanın varlığına bağlı ise,
b) Lafızla ifade edilen hususun şer´an var olabilmesi ancak böyle bir iktizanın varlığı ile mümkün oluyorsa,
c) Lafızla ifade edilen hususun aklen sabit olabilmesi, ancak böyle bir iktizanın varlığı ile mümkün oluyorsa. [ü, 187]
Lafzın zaruretine örnekler:
(a. şıkkına örnek)
Sözü söyleyen kişinin doğru sözlü sayilabilmesinin zarureti olan mukte-za´nın örneği, Hz. Peygamberin "Oruca geceden niyet (tebyît) etmeyenin orucu yoktur" sözüdür. Çünkü bu söz, geceden niyet edilmemesi halinde orucun mevcut olamayacağını belirtmektedir (nefy). Halbuki bu durumda oruç şeklen mevcut olmuyor değildir, öyleyse bu sözün manası "Oruca geceden niyet etmeyen kimsenin orucu sahih olmaz veya tam (mükemmel) olmaz" şeklinde olmalıdır. 8u durumda orucun kendisi değil hükmü nefyedilmiş olmaktadır. Bu hadiste hüküm bahis konusu edilmemiştir, fakat Hz. Peygamberin söylediği bu sözün doğruluğunu gerçekleştirebilmek için hükmün takdir edilmesi (söylenmediği halde varmış gibi düşünülmesi) gereklidir. Biz buradan hareketle muktezanın umumunun olmadığını söylüyoruz. Çünkü mukteza lafzen değil iktizaen sabit olmuştur.
Bu örnekleme, şer´î isimleri inkar edip, oruç lafzının lügatteki muktezası üzere kaldığını ve şer´î bir anlam kazanmadığını ileri sürenlerin görüşüne göre sahih olur. Oruç lafzı, lügat anlamını koruduğu İçin zikredilmediği halde (izmar) böyle bir hükmün varsayılmasına gerek duyulmuştur.
Oruç lafzını, şer´î oruçtan ibaret sayanlara göre ise, geceden niyet edilmemesi halinde orucun mevcut olamayacağı hususu, iktiza yoluyla değil doğrudan doğruya söyleme (nutk) yoluyladır. Bunlara göre iktizanın misali; "Niyet yoksa amel de yoktur" ve "Ümmetimden yanılgı ve unutma kaldırılmıştır" gibi hadislerdir. Bunlara benzer örnekler "mücmel" konusunda geçmişti.
(b. şıkkının örneği):
Söylenen şeyin (mantukunbih) şer´an tasavvur edilebilmesi için iktizaen sabit olan şeylere örnek:
Birinin diğer bir kimseye, "Köleni benim adıma azat et" demesi, hiç söyle-nilmediği halde "mülkiyet"! tazammun ve iktiza etmektedir. Çünkü söylenilen (mantukunbih) azat etmenin nafiz olabilmesinin şartı, mülkiyetin azattan önce bulunmasıdır. O halde bu husus (mülkiyet) lafzın muktezası olmaktadır.
Aynı şekilde, başkasının kölesine işaret ederek "Vallahi ben bu köleyi azat edeceğim" dese, eğer yeminini yerine getirmeyi istiyorsa, o kölenin mülkiyetini elde etmesi gerekir. Gerçi o kölenin mülkiyetini elde etmeyi söz konusu etmemiştir, fakat yüklendiği şey (o kölenin azat edilmesi), zarurî olarak kölenin mülkiyetini elde etmeyi gerektirmektedir.
(c. şıkkının Örneği):
Söylenen şeyin aklen tasavvur edilebilmesi için iktizaen sabit olan şeyler:
Allah Teala "Size analarınız... haram kılındı..." {Nisa, 4/23} buyurmaktadır. Bu sözün, aklen doğru sayılabilmesi ve bir anlam ifade edebilmesi için, gizli bir vat´ (cinsel ilişki) lafzının varlığını takdir etmek gerekir. Böyle bir takdir yapılınca ayette ´Size analarınızı vat etmeniz haram kılındı´ denilmiş olmaktadır. [II, 188] Çünkü anneler, birer objedir (a´yân). Hükümler ise a´yana taalluk etmezler. Daha doğrusu, hükümlerin, mükelleflerin fiillerinden başka bir şeye taalluk etmesi düşünülemez. Öyleyse yukarıda geçen ayetin lafzı bir fiili gerektirmektedir ve bu fiil de, kullanım örfü sebebiyle diğer her hangi bir fiil değil, ´vat´ fiilidir.
Yine "Sîze meyte, kan haram kılındı" (Maide, 5/3), ve "Size behîmetu´l-en´âm helal kılındı" {Maide, 5/1} ayetlerinde, lafzın iktiza ettiği fiil ´yeme´ fiilidir.
"Köye sor" {Yusuf, 12/82} lafzı da buna yakındır. Yani ´Köy ahalisine sor´ demektir. Çünkü sormanın makul olabilmesi için lafzın içerisinde gizli bir ´ahali´ lafzının bulunması gereklidir. Bu son örneğin, iktiza değil İzmar (gizleme) olarak adlandırılması da mümkündür, tzmar hakkında söylenecekler de iktîza´ya yakındır. [2]
B. İşaretin Delaleti
Lafızdan değil lafzın işaretinden çıkarılan anlam:
Bununla, özellikle kastedilmeksizin lafza tabi olan şeyi kastediyoruz. Msl. konuşan kimsenin konuşma esnasındaki işaret ve hareketlerinden, lafzın kendisinin delalet etmediği şeyler anlaşılabilir. Buna ´işaret´ denilir. Yine Iafıza, kastedilmeyen şeyler de tabi olabilir ve bu şeyler lafız üzerine bina edilir.
Msl. Alimler, kadınların temizlik süresinin (tuhur) en az ve hayız süresinin en çok miktarını 15 gün olarak belirlerken, şu hadise tutunmuşlardır. Hz. Peygamber, "Kadınlar, akılca ve dince eksiktir[3] demiş, kendisine "Dince eksiklik nasıldır?" diye sorulunca da, "Kadınlardan her biri ömrünün yarısını evinin köşesinde, namazsız ve oruçsuz geçirir" demiştir. Aslında bu lafız, kadınların dince eksikliklerinin muhtevasını açıklamak için sevkedilmiştir ve bu sözün söyleniş maksadı sadece budur. Fakat bu söz ile, hayzın en çoğuna, tuhurun en azına işaret hasıl olmuştur. Burada hayzın, ömrün (dehr) yarısından yani bir ayda 15 günden fazla olamayacağına da işaret vardır. Çünkü eğer 15 günden fazla olabileceği tasavvur olunabilseydi, Hz. Peygamber, dince eksiklik hususunda mübalağalı bir biçimde vurgulamak için buna da değinirdi.
Bunun misali, Şafii´nin (rh.) az suyun, kendisini değiştirmeyen bir necasetle [E, 189] necis olacağına, Hz. Peygamberin "Biriniz uykudan uyandığında, elini üç defa yıkamadıkça kaba daldırmasın. Çünkü uykudan uyanan kişi, elinin nerede gecelediğini bilmez" hadisiyle istidlal etmiş ve ´şayet, yakînen bilinen necaset (yakînu´n-necase) suyu pisletmiyor olsaydı, Hz. Peygamber´in bu sözü, müs-tehaplık (istihbab) bile gerektirmeyen bir kuruntu (tevehhüm) olurdu´ demiştir.
"Çocuğun ana karnında taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır"
{Ahkâf, 46/15} ayetinden hareketle hamilelik müddetinin alt sınırının 6 ay olarak belirlenmesi de bu konuya örnek teşkil edebilir. Başka bir ayette "Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl İçindedir" {Lokman, 31/14} denilmektedir.
Ramazanda geceleyin cinsel İlişki kurup, cünüp olarak sabahlayan kimsenin orucunun bozulmayacağı sonucuna gidiş de bunun örneğidir. Şöyleki, ayette "Şimdi kanlarınızla mübaşeret edin" {Bakara, 2/187} denildikten sonra "Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden ayrılıncaya kadar yiyin, için"
{Bakara, 2/187} denilmekte ve ruhsat, beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar uzatılmaktadır. Ayet, gecenin tamamında yeme içme ve cinsel ilişkinin caiz olduğunu ve cinsel ilişkiyi gecenin sonunda yapan kişinin, gusül yapma işini gündüze tehir edebileceğini hissettirmektedir. Eğer böyle olmasaydı, gecenin gusül yapmaya yetecek miktardaki son parçasında cinsel ilişkide bulunmanın haram olması gerekirdi.
işte bu ve bunun benzerleri pek çoktur. Buna lafzın işareti adı verilir[4].
C. Hükmün Münasib Vasfa İzafesinden Ta´lili Anlamak
"Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin" {Mâide, 5/38} ve "Zina eden kadın ve erkekten her birine yüzer celde vurun" {Nur, 24/2} ayetleri böyledir. Bu ayetlerden, hırsızın elinin kesilmesi ve zina edene celde vurulması anlaşıldığı gibi, ki zaten bu açıkça söylenmektedir (mantuk bih), hırsızlık ve zinanın, söz konusu hükümlerin illeti olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun İllet olduğu açıkça söylenmemiştir (mantuk bih değildir), fakat, sözün akışından (fahva´l-kelâm) öyle bir anlam çıkmaktadır.
[II, 190] "İyiler cennette, kötüler cehennemdedir" {Infitâr, 82/14}, yani iyiler iyi oldukları için, kötüler de kötü oldukları için. Övgü, yergi, teşvik, sakındırma kabilinden söylenen tüm sözler böyledir. Aynı şekilde bir kimse, Taciri kına, itaatkarı Öv, alimi tazim et´ dese, hiç zikredil mediği halde, bütün bunlardan talil anlaşılır. Bu çeşit delalet, ´îmâ ve işaret* olarak adlandınIdığı gibi, ´fahve´I-kelam´ ve ´lahnu´l-kelam´ olarak da adlandırılır. Türüne ve mahiyetine vakıf olduktan sonra bu çeşit delalete istediğin ismi vermekte serbestsin[5].
D. Mefhumu´l-Muvafakat (Fahve´l-Hıtab)
Sözün siyakının ve maksadının delaletiyle söylenenden (mantuk) söylenmeyeni anlamak:
"Onlara öf deme ve azarlama" {Isrâ, 17/23} sözünden, sövmenin, dövmenin ve öldürmenin haram olduğunun anlaşılması böyledir.
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla (zulmen) yiyenler, karınlarına ateş doldurmuş olurlar" {Nisa, 4/10} ayetinden, yetim malını itlaf etmenin, yakmanın ve helak etmenin haramlığı anlaşılmaktadır.
"Zerre miktarı hayır işleyen onu görür" {Zelzele, 99/7} ve "Ehli kitaptan öyleleri var ki, bir dinar emanet etsen onu sana geri ödemez" {Al-i îmrân, 3/75} ayetlerinde, zerre ve dinardan fazlası da anlaşılmaktadır.
Yine ´Ona ait ne bir buğday tanesini yedim ne bir yudum suyunu içtim ne de onun malından bir tane aldım´ diyenin sözü, bunun arkasında olana da delalet eder.
Bunun, ´et-tenbîh bi´l-ednâ ale´l-a´lâ* (en alt sınırı söyleyerek en üst sınıra dikkat çekmek) olduğu söylenirse, deriz ki, bu isimlendirmede hiç bir kısıtlama yoktur. Fakat şunun anlaşılması şarttır: Sırf alt sının zikretmek, sözü ve sözün ne için sevkedildiğini anlamadıkça, böyle bir dikkat çekmeyi hasıl etmez. Şayet biz, ayetin, ana-babayı tazim ve ihtiram için sevkedildiğini bilmeseydik, öf demenin yasaklanmasından, dövme ve öldürmenin yasaklığını anlayamazdık. Zira sultan bir kiralın öldürülmesini emrettiğinde ´Ona öf filan deme fakat Öldür´ diyebilir. Aynı şekilde bir kimse, ´vallahi ben fulancanın malını yemedim´ diye yemin edebilir. Kendisi bizzat yememiştir fakat o fulancanın malını yakmıştır. Bu adam bu durumda yemini bozmuş (yeminin gereğine aykırı davranmış) olmaz.
Denirse ki:
Dövmek, öf demeye kıyasen haramdır. Çünkü öf demek eziyet vermek oluşu sebebiyle haram kılınmıştır. Dövmedeki eziyet verme ise Öf demekteki eziyetin üstündedir.
Deriz ki:
Bunun kıyas olmasıyla, üzerinde düşünmeyi ve bir illet istinbatını kastediyorsan bu yanlıştır. Yok eğer, dövme, söylenenden (mantuk) anlaşılan bir söylenmeyendir (meskut) demek istediysen bu da bir şartla sahih olur. Bu şart da, söylenmeyenin, söylenenden daha evvel veya birlikte anlaşılması ve ondan geriye kalmamasıdır. Buna, ´mefhûmu´l-muvâfaka´ denildiği gibi, ´fahve´t-lafz´ da denilir. Her gurubun kendine göre bir ıstılahı vardır. Sen lafızlara kulak asma, bu türün mahiyetini kavramaya çalış. [6]
E. Mefhumu´l-Muhalefet (Deülu´l-Hıtab)
Mefhumun anlamı, bir şeyin özellikle zikredilmesinden hareketle, hükmün bu zikredilenden başkası için söz konusu olmadığına (daha doğrusu, zikredilmeyenin hükmünün özellikle zikredilenin hükmünün tersi olduğuna) İstidlal etmektir. Bu nevi istidlalin mefhum olarak adlandırılmasının sebebi, elde edilen hükmün sırf mefhum olup mantuka dayanmamasıdır. Yoksa ki, mantukun delalet ettiği şey de mefhumdur. Bu tür istidlal, ´delîlu´l-hitâb´ olarak da adlandırılır. Sen isimlere fazla iltifat etme.
Mefhum istidlalinin mahiyeti şudur: Hükmün, bir şeyin iki vasfından birine talik edilmesi, bu hükmün vasıf bakımından zıt olanlar için söz konusu olmadığı anlamına gelir mi?
Msl. "İçinizden kasten adam öldürenler" (Mâide, 5/95) ayeti ile "Sâime koyunda zekat vardır", "Seyyib, kendi nefsi üzerinde velisinden daha fazla hak sahibidir*´, "Aşılanmış hurmalığın satılması durumunda bunun meyveleri satıcıya aittir" hadislerinda ´kast´, ´saimelik´, ´dulluk´ ve ´aşılama´nın söz konusu hükümlere tahsis edilmesi, bu hükümlerin bu vasıflar dışında geçerli olmadığı anlamına gelir mi?
Şâfıî, Malik ve bu ikisinin mezhebine bağlı çoğunluk alimlere göre, bu durumda hüküm diğer vasıflar için geçerli değildir. Eş´arî de bu görüşü benimsemiştir. Zira Eş´ari, haber-i vahidin isbatında "Size bir fasık haber getirdiğin- [n, 1921 de bunu (haberi) iyice araştırın" (Hucurat, 49/6) ayetini gerekçe göstermiş ve bu hükmün adil kişinin haber getirmesi durumunda söz konusu olmadığını yani haberi getiren kişinin adil olması durumunda araştırmaya gerek olmadığını belirtmiştir. Eş´ari, rü´yet meselesinde de "Hayır! O gün rablerinden perdelenecek-lerdir" (Mutaffıfîn, 83/15) ayeliyle ihticac etmiş ve ayette anlatılan hükmün müminler için söz konusu olmadığını yani müminlerin, Allah´ı göreceklerini söylemiştir.
Kadı´nın da içlerinde bulunduğu bir gurup kelamcı ile içlerinde tbn Süreyc´in de bulunduğu bir gurup hazık fakih bunun (mefhum ile istidlalin) delaleti olmadığını söylemişlerdir. Bize göre de daha tutarlı ve mantıklı olan budur. Şu yaklaşımlar (mesalik) bu anlayışın doğruluğunu göstermektedir:
1. meslek:
Saime koyunun zekatının verileceği "Saime koyunda zekat vardır" sözünden anlaşılmaktadır. Mücerred isbattan hareketle, yani sırf saime koyunun zekatı verileceğinden hareketle ma´lufede (besi koyunlarında) zekat olmadığı hükmünü çıkarmak ise ancak dil bilginlerinden (ehlu´1-lüğa) yapılan mütevatir ya da müte-vatir hükmünde bir nakil ile bilinebilir. Mütevatir hükmünde olan nakil, arapların ıdurûb* ve ´kutûV şeklindeki çoğul ifadelerinin çokluk (teksîr) için, alîm, a´lem, kadir ve ekdar gibi ifadelerinin yani ´c/ü/1 sıygasının mübalağa İçin olduğunu bilmemiz gibi hususlardır. Ahad nakiller bu hususta yeterli olamaz. Zira Allah kelamının nazil olduğu bir dil hakkında, yanılma ihtimali bulunan ahad nakille hüküm vermek doğru değildir.
Mefhumun delaleti bulunmadığını söyleyenlerin de, yine mütevatir nakle ihtiyaç duydukları söylenecek olursa, deriz ki, araplann vaz1 etmedikleri hususlarda ayrıca hüccete gerek yoktur. Çünkü bunun sonu yoktur. Hüccet getirmek, vaz´ (bir kelime veya sözün belirli bir anlamı ifade ettiği) iddiasında olanın borcudur.
2. Meslek:
Husnü´l-istifhâm (Açıklama isteyici soru sormanın uygun düşmesi):
Birisi, ´Zeyd sana kasten vurursa, sen de ona vur´ dese, bu hitaba muhatap olan kişinin ´Zeyd bana yanlışlıkla vurursa, ben de ona vuracak mıyım?´ diye açıklama istemesi dil açısından yerinde olur. Aynı şekilde, ´Saime koyunlarından zekat ver´ dese, karşıdaki kişinin ´Ma´lûfe olan koyunlardan da zekat vereyim mi?´ demesi uygun olur. îşte, dil ve sözün gelişi bakımından açıklama isteyici soru sormanın uygun düşmesi, bu hususun doğrudan doğruya sözün mefhumundan anlaşılmadığını (yani msl. "Saimede zekat vardır" sözünden, malufeye zekat gerekmediğinin anlaşılmayacağını) göstermektedir. Çünkü iyice anlamak için [II, 193] soru sorma (istifham), meskutun anh (söylenmeyen husus) hakkında uygun düştüğü halde mantuk (açıkça söylenen) hakkında güzel değildir.
´Soru sormanın (istifham) meskutun anh açısından uygun düşmesi, belki de bununla mecazen nefyin kastedilmiş olması ihtimaline binaendîr´ denilirse, deriz ki; aslolan, eğer böyle bir ihtimal varsa, bunun hakikat olmasıdır. Mecaza ise ancak bir delilin varlığı durumunda gidilebilir. Burada ise, böyle bir delil yoktur.
3. meslek:
Biz görüyoruz ki araplar, hükmü bazen meskutun anhin mantuka müsavatı durumunda (söylenmeyenin hükmünün söylenenin hükmüyle aynı olması durumunda) bazen de muhalefeti durumunda (söylenmeyenin hükmünün söylenene aykırı olması durumunda) sıfata talik ediyorlar. Bu durumda hükmün sübutu, vasfı zikredilen (mevsuf) açısından ´malum ve mantuk´, meskutun anh açısından ise ´muhtemel´ olmaktadır. Öyleyse artı bir karîne (ipucu) ve başka bir delil ile açıklama bulununcaya kadar karar vermemelidir. Bunun (hükmün talikinin), muvafakat durumunda mecaz, muhalefet durumunda ise hakikat olduğu iddiası ise delilsiz tahakküm olup, bunun aksi de söylenebilir.
4. meslek:
Bİr şeyden, o şeyin bir vasfını ön plana çıkararak haber vermek, bu vasıfta olmayan şeyleri nefyetmez. Msl. ´Siyah kalktı veya çıktı veya oturdu´ demek, bu işleri beyazın yapmadığı anlamına gelmez. Tam tersine bu şekildeki söz, beyaz hakkında bir şey söylememek demektir. Bazılarınca benimsendiği üzere, eğer buna (msl. beyazın zikredilmemiş olmasına) bir engel varsa, bu takdirde konuşanın lakabı (cins ismi) ve Özel ismi tahsis etmesi (özelikle belirtmesi) gerekir. Ta ki, *Zeydi gördüm´ sözü, başkasını görmemiş olduğuna ve ´Zeyd ata bindi´ sözü, binme işini başkalarının yapmadığına delalet edebilsin. Bu anlayışa tabi olanlar bulunmaktadır. Halbuki bu anlayış dile iftira ve uydurmadır. Nitekim ´Zeydi gördüm´ sözümüz, Zeydin elbisesini, atım ve elbisesini görmediğimiz anlamına gelmediği gibi, Zeydden başkasını görmediğimiz anlamına da gelmez. Eğer böyle olacak olsaydı ´Zeyd alimdir´ sözünün küfür olması gerekirdi. Zira böyle diyen kişi, Allah, melekler ve peygamberlerin bilmediğini söylemiş olmaktadır. Yine "Isa Allanın eiçİsidir" demek de küfür olurdu. Zira böyle diyen kişi Muham-med´in (s) ve diğer peygamberlerin peygamberliğini nefyetmiş olmaktadır.
Denirse ki: [jj^ 194]
Bu işlem, sıfatı isme (vasfı lakaba) kıyas etmektir. Halbuki dilde kıyas olmaz.
Deriz ki:
Bİz bununla yalnızca üzerinde düşünülsün ve tıpkı özel İsimlerin şahısları belirtmeye yaradığı gibi sıfatın da yalnızca mavsufu belirtmeye yaradığı anlaşılsın diye Örnek vermeyi amaçladık. Sığırda ve devede zekat bulunmadığını belirtmek açısından ´Koyunda zekat vardır´ sözüyle, malufede zekat olmadığını belirtmek açısından ´Saime koyunda zekat vardır´ sözü arasında hiç bir fark yoktur.
5. meslek:
Biz araplann, diğerlerini söylemeyip biriyle yetinerek, bir, iki veya üç haber vericiden haber verebileceğinden kuşku duymadığımız gibi, onların mavsufun yalnızca bir sıfatından haber verebileceklerinden de kuşku duymuyoruz. Buna göre, ´Zarif kişiyi gördüm´, ´Uzun boylu kişi kalktı*, ´Dul kadını nikahladım*, ´Saime koyun satın aldım´, ´Aşılanmış hurmalığı sattım´ diyebilirsin. Bu sözleri söyledikten sonra, ´Bakireyle de evlendim´ ve ´Malufe koyun da satın aldım´ desen, bu söz öncekiyle çelişmez, onun hükmünü kaldırmaz ve kendi kendini yalanlama anlamına gelmez; ancak eğer birinci sözün ardından ´Dul kadınla evlenmedim´, ´Saime koyun almadım´ deseydin ilk sözünle çelişmiş olurdun. Buna göre ´Dul kadını nikahladım´ sözü isbata delalet ettiği gibi, nefy´e de delalet edecek olsaydı, bu sözün arkasından söylenen ´Bakireyle de evlendim´ sözü ilk söze aykırı oturdu ve onu yalanlama anlamına gelirdi. [7]
Mefhum İle İstidlal Edilebileceği Görüşünde Olanların Gerekçeleri:
Birinci meslek:
Şâfıî (r), kendisi hem Arap ve hem da dil alimlerinden olduğu halde ´delîlu´l-hitâb´a yani mefhum ile istidlal edilebileceğine kail olmuştur. Yine dil bilginlerinden olan Ebû Ubeyde de bu kanaattedir. (Şâfıî,) Hz. Peygamber´in "Zenginin temerrüdü, onun dokunulmazlığını kaldıran ve cezalandırılmasını helal kılan bir zulümdür" hadisinden hareketle bu hadisin delilinin (mefhum-ı muhalifinin), zengin olmayanın ırz ve ukubetinin helal olmadığını, yine "Birinizin, karnını tıkabasa irin ile doldurması şiir ile doldurmasından daha hayırlıdır" [II, 195] hadisinden, -ki bu sözle kastedilenin hiciv ve sövme veya Hz. Peygamberin hic-vedilmesi olduğu söylenmiştir-ki, karın dolsun dolmasın bunun azının ve çoğunun haram olduğu görüşündedir- tıkabasa doldurma´nın (imtila) özellikle belirtilmesinin (tahsis) İse imtila olmaması durumunun hüküm bakımdan farklı olduğuna ve şiirle uğraştığı halde bütün vaktini şiire ayırmayan kişinin bu tehdid kapsamına girmeyeceğine delalet ettiğini söylemiştir.
Cevap:
Gerek Şâfıî gerekse EbÛ Ubeyde´nin hitab delili konusundaki kanaati, ictihad kaynaklıdır. Yani bu ikisi ´Eğer nefye delalet etmiyecekse özellikle zikretmenin (tahsis bi´z-zikr) ne faydası kalır* şeklinde ictihadda bulunmuşlardır. Onların yaptıkları bu istidlal, ilerde geleceği üzere itirazlara hedef olmuştur. Müctehid, dilcilerin veya peygamber hakkındaki kanaatleri hususunda hatadan masum olmayan kişilerin sözlerini kabul etmek durumunda değildir. Diğer taraftan Şâfıî ve Ebû Ubeyde´nin bu kanaati içtihada değil de nakle dayanmış olsa bile, hele hele aksi görüşü savunan alimler varken, bu husus tek, tek kişilerin nakli ile sabit olmaz. Aynca bazı alimler dilin, mezhep ve görüş sahibi kişilerin nakliyle sabit olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Çünkü bunlar, kendi mezheplerini üstün ve haklı gösterme kaygısı taşıyabilir ve bu durumda da onların sözlerine güven hasıl olmaz.
ikinci meslek:
Allah Teala ´Onlar (münafıklar) için yetmiş defa mağfiret dilesen bile Allah onlara mağfiret etmeyecektir" {Tevbe, 9/801 buyurmuş, Hz. Peygamber de "Öyleyse ben de yetmişten fazla mağfiret dilerim" demiştir. Bu da gösteriyor ki, ayette yetmiş için getirilen hüküm, yetmişin dışındaki sayıların hükmü gibi değildir.
Cevap:
a) Bu, haber-i vahittir ve burada hüccet gösterilemez. Ki zaten bu haberin sahih olmaması belirgindir. Çünkü Hz. Peygamber, insanlar içinde sözün anlamlarını en iyi bilen kişi idi. Ayetteki 70 sayısı, tıpkı "tster şefaatçi ol, istersen olma. Onlar lehinde yetmiş kere de şefaat etsen senin şefaatini kabul etmem" sözünde olduğu gibi, artık ümit kalmadığını belirtme ve mağfiret arzusunu kesme hususunda mübalağa olarak zikredilmiştir.
b) Hz. Peygamber "Öyleyse ben de yetmişten fazla mağfiret dilerim" de- [II, 196] mistir. Fakat bu sözü onlara mağfiret edilsin için söylememiştir. Bu mağfiret,
umma anlamında da değildir. Aksine bu, belki de, ölmüş münafıklar için mağfiret beklemek için değil, gördüğü bir maslahat sebebiyle ve bir de dine teşvik amacıyla hayatta olan münafıkların kalplerini meylettirmek için söylemiştir.
c) Soruyoruz, ´Mağfiretin olmayacağının yetmiş sözü ile özellikle belirtilmesi, yetmişten sonra mağfiretin cevazına mı yoksa vukuuna mı daha fazla delalet eder?´ Eğer ´vukuuna daha fazla delalet eder´ derseniz, bu icmâ´a aykırıdır. Yok eğer ´cevazına daha fazla delalet eder´ derseniz, bu husus, ayetten önce akıl ile sabittir. Dolayısıyla yetmiş ile takdir edilen cevaz kalkmış olur ve ziyadenin cevazı, mefhum ile değil akıl delili ile sabit olur.
Üçüncü meslek:
Sahabe "Su (gusül), sudan (meni) dolayı gerekir (el-mâu mine´1-mâi)" hadisinin, Hz. Aişenin "İki hitan buluşunca gusül gerekir" sözüyle mensuh olduğunu söylemiştir. Şayet ´su, sudandır´ sözü suyun (meni) dışındaki durumlardan suyun (guslün) gerekmeyeceğini (nefy) ihtiva etmeseydi, suyun (guslün) başka bir sebeple vacip olması onun neshi sayılmazdı. Dolayısıyla meni sebebiyle guslün vacipliğİ neshedilmemiş, aksine guslün sadece meni sebebiyle gerekeceği hususu neshedi Emiştir.
Bu gerekçeye birkaç yönden cevap verilebilir:
a) Bunlar haber-i vahiddir ve haber-i vahidle lügat sabit olmaz.
b) Bu husus, sahabenin tamamından değil sınırlı sayıdaki bazı sahabilerden nakledilmiştir. Bu itibarla, onların bu görüşe ictihad yoluyla ulaşmış olmaları mümkündür. Bu hususta onları taklid etmek gerekmez.
c) Sahabenin, ´su, sudandır´ sözünden, guslün sadece meninin boşalması durumunda gerekli olduğunu anlamış olması muhtemeldir. Sahabe, ilk önce zikredilen su lafzından suyun kullanılma cinsi için umûm ve istiğrakı anlamış; sonradan da iki hitanın buluşması haberinin, birinci sözün mefhumunu ve hitap delilini
[II, 197] değil umumunu neshettiğini anlamıştır. Kendisiyle istiğrak kastedilen her umumdan sonra gelen hâss, bu umumunun bir kısmını nesheder ve eğer olay tek ise has ve âmm karşı karşıya gelir (tekabül).
d) ´Su, sudandır´ hadisi **Su ancak sudandır (Lâ mâe illâ mine´1-mâ)" şeklinde de nakledilmiştir. Bu rivayet, tıpkı, "Nikah ancak velî île olur" ve "Namaz ancak abdest île olur" hadisleri gibi, nefy ve isbat tarafını açıkça belirtmektedir. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, ensardan bir adamın kapısına gelip ona seslenmiş, adam biraz gecikerek ve başından su damlayarak dışarı çıkınca Hz. Peygamber "Acele ettin acele ettin, boşalmadığın zaman gusletme; su sudandır" demiştir. Bu haber de nefyi (meni gelmedikçe guslün gerekmeyeceğini) açıkça belirtmektedir. Onlar iki hitanın buluşması haberinin, bu delillerden anlaşılan muhtevayı neshettiği görüşündedirler.
e) Bir rivayette "İnneme´1-mâu mine´l-mâF´ denilmiştir. Mefhumu inkar edenlerden kimileri, bu ifadenin hasr, nefy ve isbat için olduğunu; ´mâ´nın (su) bir lakap olup, lakabın mefhumu olmadığını; dolayısıyla da su´yun sudan gerekeceği hükmünün - mücerred tahsis sebebiyle değil- elif-lam´ıa ve ´İnnemâ´ sözünün delalet ettiği hasr´dan çıkarıldığını söylemişlerdir. Halbuki hiç bir sahabi, bu lafzın mefhumunun (îltikâu´l- hıtaneyn hadisi ile) neshedildiğini söylememiştir. Belki de neshedilen, bu lafzın umumu veya bilinen hasr´dır. Zaten tartışma mücerred tahsis (özel belirtme) konusundadır.
Dördüncü meslek:
Ya´lâ b. Ümeyye´nin Ömer´e ´Emniyet içerisinde olduğumuz halde ne diye hala namazları kısaltıyoruz´ demiş, Ömer de ´Aynı şeyi ben de merak edip Hz. Peygamber´e sormuştum. Hz. Peygamber bana dedi ki; "Bu Allanın size (kullarına) bahşettiği bir sadakadır. Allanın sadakasını kabul edin". Onlar bu olaya dayanarak, bu ikisinin (Ömer ve Ya´lâ) merakının, "Eğer korkarsanız" (Nisa, 4/101) ayetindeki özel belirtmenin (tahsis) mefhumunun geçersizliğinden kay-[II, 198] naklandığını söylerler. Deriz ki:
Namazda aslolan tam kılmak olup, korku ve endişe durumu istisna edilmiştir. Öyleyse korku olmaması durumunda tamamlamanın vacip olması tahsis sebebiyle değil aslın hükmü sebebiyledir.
Beşinci meslek:
îbn Abbas, "Riba ancak nesîededir" sözünden riba´l-fadl´ın nefyini; "Eğer ölenin kardeşleri varsa, ölenin annesi altıda bir alır*´ {Nisa, 4/11} ayetinden, ölenin iki erkek kardeşi olması durumunda Ölenin annesinin üçte bir atacağını; ve "Erkek çocuk bırakmaksızın ölen kişinin sadece bir kız kardeşi varsa bu kız kardeş terekenin yarısını alır" {Nisa, 4/176} ayetinden hareketle de erkek çocuklar ile bulunmaları halinde kız kardeşlerin miras alamayacaklarım anlamıştır. Çünkü kız kardeşe, çocuk bulunmaması şartıyla nısf (terekenin yarısının) verilmesi, bu hükmün çocuğun varlığında bulunmadığını gösterir.
Bu gerekçeye birkaç yönden cevap verilebilir:
a) 8u anlatılanlar tbn Abbas´ın şahsi görüşü olmaktan Öte gitmez, tbn Ab-bas´ın şahsî görüşü ise bizim için hüccet teşkil etmez.
b) Bütün sahabiler bu konuda tbn Abbasa muhalefet etmişlerdir. Eğer Îbn Abbasm mezhebi, mefhum ile istidlalin caizliğine delalet ediyorsa, diğer tüm sa-habilerin mezhebi de bu görüşün aksine delalet etmektedir.
c) îbn Abbas´ın fazlalık ribasını (riba´İ-fadl) sırf bu hadisten hareketle kabul etmediği sabit değildir, tbn Abbas, belki de başka bir delilden ve başka bir karineden hareketle fazlalık ribasını reddetmiştir.
d) Belki de tbn Abbas, ´akıl delili´ veya "Allah alım satımı helal ribayı haram kılmıştır" {Bakara, 2/275} ayetinin umumundan hareketle alım-satırmn asıl İtibariyle ibaha üzere olduğuna kanaat getirmiştir. Hadisteki yasaklama nesie ri-bastna yönelik olduğuna göre, bunun dışındaki ribalar, mefhum ile değil, yukarıdaki ayetin umumu ve akıl delili ile helal olmuş olur.
e) Bu hadis "La riba illa ft´n-nesie" şeklinde de nakledilmiştir. Bu nefy ve isbat hususunda nasstır. Bazı kıyas inkarcıları, hasr ifade etmesi sebebiyle "în-nema´r-ribaji´n-nesie" sözünü benimsemişlerdir.
Altıncı meslek: rjj 1991
Birisi, ´Bana siyah bir köle satın al´ dediğinde, bu sözden, adamın beyaz köle istemediği (beyazı nefyettiği) anlaşılır. Aynı şekilde ´Kalktığı zaman onu döv´ sözünden de, kalkmayınca dövülmeyeceğİ anlaşılır.
Deriz ki:
Bu durum, mefhumu´l-muhalefetin delil olduğunu göstermez. Çünkü aslolan, izin verilen durumlar hariç, satın alma ve dövmenin olmayışıdır, tzin ise belli bir alana münhasır (kasır) olup izin verilenin dışındakiler asıl (nefy) üzere kalmıştır. Siyah ve beyaz arasındaki farkın idrak edilişi buradan doğmaktadır. Bu farkın temeli, isbat ve nefy olup, nefyin dayanağı ´asıl´ (yani satın alma ve dövmenin olmayışı), isbatın dayanağı ise bir alana tahsis edilen izindir (izn-i kasır). Zihin, ancak, siyaha özel izin verildiğinde aradaki farkı kavrar ve siyaha özel izin verilir verilmez hemen beyazı hatırlar. Basit (âmi) evham hemencecik, zihnin bu özel belirtmeyi (ihtisas) ve ikisi arasındaki farkı idrak edişinin ´kasır zikir´den (siyahın özellikle belirtilmesinden) olduğunu daha doğrusu bunun, zikr-i kasırla birlikte olduğunu zanneder. Fakat farkın iki ucundan biri zikirden hasıl olmuş olup diğeri zaten asldan hasıl olmuştu. Zihin, siyahın özellikle zikrediİmesiyle (tahsis) birlikte bunu hatırlar. Görüldüğü gibi, siyah ile beyaz arasında ayırım yapılmasının (fark) meydana gelişi (husul), zikir sebebiyle değil, zikirle birliktedir. İşte burası ayaklann kaydığı bir yer olup, birçokları bu yüzden yanlışlık yapmışlardır.
Yine bu hususa delalet etmek üzere şöyle bir Örnek zikredebiliriz:
Bir kimse, bir koyun, bir inek ile Ğânİm ve Salim adlarındaki iki köleyi satışa arzetse ve ´Ğânimi ve koyunu satın al´ dese, bundan hemencecik, Ganim ile Salim ve koyun ile inek arasındaki fark anlaşılır. Usul İlminde mesafe katetmiş bütün alimler ittifakla, lakabın mefhumu olmadığı görüşündedirler. Zira, "Buğdayı buğday mukabili satma" sözü, ittifakla altı eşya dışında ribanın bulunmadığına delalet etmez. Şayet buna delalet edecek olsaydı, kıyas kapısı kapanırdı. Zaten kıyasın faydası, tahsisi iptal ederek (yani hükmün, sadece, özellikle zikredilen şey için geçerli olmayıp) hükmü mansustan mansus olmayana geçirmektir. Ne var ki, zikrettiğimiz bu şeyler ayak kayma yeridir ve sabit bir asıldan kesip almayı içeren bütün hususlarda caridir. Msl. bir adam karısına ´Eğer eve girersen [II, 200] boşsun´ dese kadın eğer eve girmezse boş olmayacaktır. Kadının bu durumda boş olmayışı, eve girmenin özellikle zikredilmesinden dolayı değil, aslolanın zaten ´boşamanın yokluğu´ olmasındandır. Zira koca karısına ´eğer eve girersen boş değilsin´ deseydi, eve girmemesi halinde kadın boş olmayacaktı. Çünkü aslolan boşamanın vukuu değildir ki, boşamanın olmayışının eve girmeye bağlanması, eve girmenin olmaması halinde asıla başvurmayı gerektirsin. Bu apaçık bir durumdur.
Yedinci meslek:
Mefhumu muhalifi savunanların hemen hepsinin dayandığı ve yanılgılarının da en büyük sebebi olan bu gerekçe şöyledir:
Bir şeyin özellikle zikredilmesinin bir faydası ve amacı olmalıdır. Eğer sâime ile ma´lûfe, dul ile bakire ve kasıt ile hata birbirine eşit ise, ne diye bunlardan biri özellikle belirtiliyor! Üstelik hüküm kapsayıcıdır (şamil) ve açıklama ihtiyacı, her iki kısım için söz konusudur; dolayısıyla O´nu (Şarii), hükmü belli bir kısma has kılmaya sevkeden bir etken de yoktur. Eğer özellikle zikretmenin bir amacı ve faydası yoksa, söz boşa gider.
Buna dört şekilde cevap verilebilir:
1) Bu, bir kere, vacibi ters yüz etmektir (aksu´l-vacib). Siz, bir amaç ve faydanın varlığını, lügatin yapısını (vad´) bilme yolu yaptınız. Halbuki önce, lügatin yapısını bilmek gelir daha sonra da ona bir faydanın terettübü. Yararın varlığını bilmek, dilin yapısını bilmenin bir sonucudur. Dilin yapısını faydanın bilinmesine tabi kılmak doğru değildir.
2) Bu iddia iki önkabule dayanmaktadır. Bunlardan biri, ´özellikle belirtmenin bir amacı ve yararının olması´, diğeri de ´amaç ve yararın, hükmün sadece, özellikle belirtilen husus için geçerli olması´dır. Bu iki mukaddimenin sonucu da, "öyleyse amaç ve yarar budur" seklinde olacaktır.
Biz, birinci Önkabulü yani bir amaç ve yararın bulunduğunu kabul ediyoruz fakat ikinci önkabulü, yani ´amacın yalnızca bu (hükmün özellikle belirtilen hu- [n, 201] sus için geçirli olması) olduğunu´ kabul etmiyoruz. Bunda belki bir yarar ve amaç vardır. Ancak, yarar sadece bununla sınırlı değildir. Aksine, Özellikle belirtmenin (tahsis) birçok nedeni olabilir. Hükmün sadece özellikle belirtilen husus için geçerli olması ise ise bu nedenlerden sadece birisidir.
Denirse ki:
Şayet özellikle belirtmenin bir yaran olsaydı veya bu özel belirtmenin, hükmün yalnızca zikredilen husus için geçerli olmasından başka bir nedeni olsaydı biz bunu bilirdik.
Cevap:
Siz, her amaç ve yararın sizin tarafınızdan bilineceğini nereden çıkarıyorsunuz. Belki de amaç mevcuttur da, siz onu tesbit edememişsinizdir. Siz buradan hareketle, birbirinden tamamen farklı olan ´amacı bilememe´ durumu ile ´amacın olmayışı1 durumunu aynı şey haline getiriyorsunuz. Bu yanlıştır. Bu delilin temel dayanağı başka bir yarar ve amacı bilemeyiştir.
3) Onların bu delilini çökertecek mahiyette olan üçüncü cevap şudur:
Tahsisu´l-lakap (hükümde bir ismin özellikle zikredilmiş olması), usul ilminde mesafe alan hiç kimse tarafından benimsenmemiştir. Sîz, niçin onda da bir amaç/yarar aramadınız. Riba hususunda sadece altı eşya zikredilip, hüküm tüm ölçülebilir (mekîlât) ve yenilebilir (mat´umat) şeylere teşmil edilmişse; yine ineğin ve devenin de zekatını vermek vacip olduğu halde, özellikle koyunun zekatından bahsedilmişçe, aynı hükümde olmalarına rağmen böyle yapılmasının sebebi nedir?
Diyeceksiniz ki, belki de, bir soru, bir ihtiyaç ya da bizim bilmediğimiz bir sebep yüzünden böyle yapılmıştır. Biz de diyoruz ki, öyleyse, aynı şeyleri "tahsîsu´l-vasıf için de düşünün.
4) Hükmün özel bir sıfata tahsis edilmesinin birçok faydası vardır:
a) Şayet Sâri´, hüküm alanlarının hepsini içine alacak bir ifade kullansaydı içtihada yer ve imkan kalmazdı. Bazı lakapları ve vasıflan özellikle zikretmek suretiyle müctehidlerin ictihad ederek çok sevaba nail olmalarını istemiştir. Zira, bu suretle muctehidleri ilme iten sebepler çoğalmış olur ve ilim onların yönelmeleri, düşünce ve istinbat hususundaki aktiviteleri sayesinde muhafaza edilmiş olarak devam eder. Şayet böyle olmasaydı, kıyas yapmaya yer ve imkan kalmayacak ölçüde, her hüküm İçin, hükmün tüm yönlerini (mecârî) içine alan toplayi-[H, 202] cı bir kural (dâbıt) zikrederdi.
b) Şayet Hz. Peygamber saime koyunu tahsis etmeksizin ´Koyunda zekat vardır9 deseydi, müctehid, zihninde doğan ictihad ile saime koyunu bu genel ifadenin kapsamından çıkarabilirdi. Hz. Peygamber, zekatın vacipliğİ konusunda saime koyunu özellikle zikretti ki, ma´lufe koyun da buna kıyas edilsin ve eğer malufenin saime ile aynı durumda olduğuna kanaat getirilirse aynı hüküm onun için de verilsin; farklı olduğuna kanaat getirilirse aynı hüküm verilmesin. Bu suretle saime koyun ictihad alanından uzak tutulmuş olmaktadır.
Aynı şekilde, Hz. Peygamber ´Yiyecek maddesini yiyecek maddesi karşılığında satmayın´ deseydi, belki de müctehid ictihad ederek, buğday ve hurmayı bu kapsamın dışına çıkarabilirdi. Hz. Peygamber, kapsam dışı yapılamayacak şeyi özellikle belirtip, yenilebilen şeylerin hükmünü içtihada bırakmıştır. Hele hele, yiyecek maddesini (taam) ve koyunu zikretseydi, ki bunlar âmm lafızlardır, umûm lafzın ne ifade ettiği hususunda kararsız kalanlar nazarında bu iki lafzın, hem umûm için, hem de sadece buğday veya sadece hurma veya sadece ma´lufe veya sadece saime´yi ifade için zikredilmiş olması muhtemel olacaktı. Bir vasfı özellikle zikretmek suretiyle, Hz. Peygamber, özellikle zikredilen şeyi kararsızlık ve tereddüt alanından çıkarmış ve gördüğü bir lütuf ve maslahat sebebiyle geri kalanları içtihada bırakmış olmaktadır.
c) Altı eşyayı özellikle zikretmeye iten sebep ya bunların yaygınlığı (umûmu vuku´) ya özel bir soru, ya bir olayın vuku bulması ya muamelenin özellikle o konuda denk gelmesi olabileceği gibi bizim bilemediğimiz başka bir sebep de olabilir. Bizim bu sebebi bilemiyor olmamız, öyle bir sebebin yokluğu anlamına gelmez. Tam tersine biz diyoruz ki, buna iten, bizim vakıf olamadığımız bir sebep her halde vardır. Vasıflar hususunda da durum böyledir.
Sekizinci meslek:
Mefhûmun delaletini savunanlar derler ki: Hükmün bir sıfata bağlanması (talik), tıpkı hükmün illete bağlanması gibidir. Nasıl ki, illetin varlığı (sübutu) hükmün varlığını, yokluğu da hükmün yokluğunu gerektiriyorsa, aynı şekilde hükmün sıfata bağlanması durumunda da, sıfatın varlığı hükmün varlığını, sıfatın yokluğu da hükmün yokluğunu gerektirir.
Cevap:
Sıfat ve illetteki görüş ayrılığının mahiyeti birdir. Hükmün illete bağlanması, illetin bulunması halinde hükmün de bulunmasını gerektirir. Ancak, illetin yokluğu hükmün yokluğunu gerektirmez. Aksine, illet ortadan kalkarsa, aslın gerektirin, 203] diği hüküm devam eder. Üstelik biz bir hükmün iki illetle talil edilmesini de mümkün görüyoruz. Şayet dinden dönme (riddet) sebebiyle ölüm cezasının vacip olması, riddet dışında öldürme cezası verilemeyeceği anlamına gelseydi, kısasın vacip olması, bu nefyi (yani riddet dışında ölüm cezası verilemeyeceği hükmünü) neshetmiş olurdu. Halbuki durum böyle olmayıp, illetin zikrediliş amacı, yalnızca râbıta´yı bilmekten ibarettir. Yoksa ki illetin zikrediliş amacı, o illeti bulunduğu yerden başka yere sirayet ettirmek değildir. Bu durum (sirayet), kıyas ile teab-büd etmenin varid olmasıyla bilinmiştir. Şayet böyle olmasaydı, ´Şarabı size şiddeti yüzünden haram kıldım* sözü, belli bir şiddette olan nebizin haram kılınmış olmasını gerektirmezdi. Çünkü bu durumda -mahalli dikkate almaksızın illete tabi olma konusunda bir delil ve teabbüd gelinceya kadar- illetin (şiddet değil) özellikle ve sadece ´şarabın şiddeti´ olması mümkün olurdu.
Dokuzuncu meslek:
Mefhumun delaletini savunlar, bu görüşlerinin doğruluğuna bir de, Kitab ve Sünnetteki -belli sıfatlarla mevsuf olan şeyin hükmünün, bu sıfatlan bulundurmayan şeyin hükmüne aykırı olduğu- bazı özel belirtmelerle (tahsis) istidlal etmişlerdir.
Bu gerekçeye verilecek cevap şudur:
Bu vasıflan taşımayan şeyler, ya asıl üzere kalmaları sebebiyle aykırı hüküm almışlardır, ya da bunların hükümleri (mefhumun delaletiyle değil) başka bir delil veya bir karine sebebiyle bilinmektedir. Şayet zikrettikleri şeyler delalet edecek olsaydı, Kitab ve Sünnette zıddı üzerinde hiç bir etkisi olmayan özel belirlemeler delalet ederdi. Msl. ihramda iken av cezası hususundaki "av hayvanını içinizden kim kasden öldürürse..." (Mâide, 5/95} ayeti böyledir. Zira ayette ´kasden´ denildiği halde, yanlışlıkla öldürene de keffaret gerekir. Yine "Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bîr köle azat etmesi gerekir" {Nisa, 4/92) ayetinde, Şafiî´ye göre, kasden öldürene de aynı keffaret gerekir. Yine "Eğer endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda bir sakınca yoktur" {Nisa, 4/101} ayeti, "Eğer karı-kocanın aralarının bozulmasından endişe ediyorsanız, bir hakem kocanın ailesinden, bir hakem de karının ailesinden gönderin" {Nisa, 4/35} ayeti ve "Hangi kadın olursa olsun, velisinin izni olmaksızın evlenmişse, nikahı batıldır" hadisi de böyledir. Bu gibi örnekler oldukça fazladır. [8]
Delîlu´l-Hitâb´ın Dereceleri:
Bilesin ki; isbattan nefyi tevehhüm etmenin (bir şeyin Özellikle belirtilerek ona bir hüküm verilmesinden hareketle, belirtilmeyen şey için bu hükmün yokluğu sonucuna ulaşmanın) bir mertebesi vardır. Bu mertebeleri sekiz grupta toparlamak mümkündür.
1) Mefhumu´l-lakab:
Mefhumu´l-lakap, bu mertebeler içinde en uzak olanı olup, mefhumu benimseyenler arasında muhassıt olan bilginler bile bunun batıl olduğunu itiraf etmiştir. Msl. Riba hükmünü yalnızca eşyay-ı şilteye tahsis etmek böyledir.
2) Cinse delalet eden türemiş (müştak) isim:
Msl. "Lâ tebtu´t-taâme bi´t-taâm" sözü böyledir. Taam lafzı, her ne kadar yenilen şeylerden türemişse de, taam cinsinin lakabıdır. Bu itibarla bu mertebenin de birinci mertebeye ilhak edilmesi mümkündür. Zira ´mâşiye´ lafzı müştak olduğu halde ´fi´l-ğanemi zekat sözü ile ´fi´1-mâşiyeti zekat´ sözü arasında her hangi bir fark idrak olunamıyor.
3) Arizi olarak ortaya çıkıp sonra kaybolan vasıfların tahsisi:
Msl. "es-Seyy´ıbu ehakku bi nefsihâ" ve "es-sâimetu tecibu fiha´z-zekâf sözü böyledir. ´Saimelik (sevm) vasfı, meydana gelip zail olabilecek bir vasıf olduğu için, belki de zihin, tahsis sebebi aramaya hükmedecek; bulamayınca da bu bulamayışı hükmün bulunmadığına hamledecektir.
Bu da zayıf bir yaklaşım olup, tahsise sevkeden iç düşünceyi (bâis) bilmemekten kaynaklanmaktadır.
4) Önce âmm ismi zikredip hemen arkasından, tamamlama (istidrak) ve açıklama kabilinden olmak üzere hâss sıfatı zikretmek: Msl. ´fi´l-ğanemi´s-sâimeti zekat´ demek böyledir. Yine "men bâe nahleten müebbereten fe semeruhâ ti´l-bâi"´ ve ´uktulu´t-müşrikîn el-harbiyyîn´ sözleri böyledir. Bu örneklerde ´ğanem (davar)´, ´nahle (hurmalık)´ ve ´müşrikûn (müşrikler)´ sözcükleri âmm olarak zikredilmiştir; şayet hüküm bunlara genel olmuş olsaydı, konuşan kişi bunları söyledikten sonra İstidrak yapmazdı. Fakat bîr [II, 205] karîne olmaksızın, sırf bu tahsisin bir mefhumu olamaz. Söz neticede, yine bir istidrak sebebi arama noktasına gelmektedir. îstidrakin, tahsisten başka ve bizim bilmediğimiz başka bir sebebi olabilir. Bu biçimler arasındaki fark şöyle ortaya konabilir; tahsîsu´s-lakab´ın, meskutun anh´in o anda aklına gelmemiş olmasına ve bu yüzden ´altı şey´i zikretmiş olmasına hamledilmesi mümkündür. Bu bir ihtimaldir ve bu ihtimal, mantukun bih´in dışındaki şeylerden gafil bulunmaktır. Dul´dan bahsederken, bakireden gafil bulunmak ise daha uzaktır. Çünkü, sıfatı, bu sıfatın zıddıyla birlikte zikretmek bu İhtimali zayıflatmakta olup, mefhum ihtimali daha belirgin (ezhar) hale gelmektedir. Genellemeden sonra istidrak yapıldığında İse bu ihtimal bütünüyle ortadan kalkmakta ve tahsise götüren (bâis) ihtimallerden birini kesinlemek için, mefhum ihtimali belirginlik kazanmaktadır; şu kadar ki, bunun ardında, biz bilmiyor olsak da, tahsise götüren (dâiye) başka ihtimaller vardır. Dolayısıyla bilinmeyen şeyle ihticac edilmez ve lafza bakılır. ´fi´sâime´ ve ´fi´l-tnüebbere´ ve ´fi saimeti´-ğanem* diyerek saime koyundan ve aşılanmış hurmadan bahseden kişi, malufe koyun ve aşılanmamış hurma hakkmda bir şey söylemiş değildir.
5) MefhÛmu´ş-şart:
Msl. ´Eğer şöyle olursa, sen şunu yap* ve ´eğer size kavmin ileri geleni gelirse, ona ikram edin´ ve "Eğer hamile iseler, onların nafakalarını temin edin"
{Talâk, 65/6} ifadeleri böyledir.
İbn Şureyh ve mefhumu inkar edenlerden bir grup alim, bunun (mefhumu´ş-şart´ın) nefy´e (şartın olmadığı yerlerde hükmün de olmayacağına) delalet edeceğini ileri sürmüşlerdir..Kadı ise bunu (mefhumu´ş-şart´ı) inkar etmektedir. Daha Önceki mertebeler hakkında söylenenlerin kıyasına göre bizce sahih olan görüş de budur. Çünkü şart, yalnızca, şart bulunduğu zaman hükmün sabit olacağına delalet eder ve şartın yokluğunda hükme delaletten eksik kalır (şartın yokluğu durumunda hükmün ne olacağını göstermez). Şartlı ifade, şartın olmadığı durum- [II, 206] larda hükmün yokluğuna delalet etmez. Şartın, varlığa delalet etmeyip, şart zikredilmeden önceki duruma delalet etmesiyle, nefye (şart bulunmadığında hükmün bulunmadığına) delalet edip, şartın zikredilmesinden önce bulunduğu durumun değişmesi arasında fark vardır Bunun delili de, hükmün tıpkı iki illete talik edilmesinin caiz olduğu gibi, iki şarta talik edilmesinin de caiz olmasıdır. Mst. ´Eğer beyyinesİ varsa, davacı lebine mal ile hükmet ve iki şahidi varsa yine davacı lehine mala hükmet (uhkum bi´t-mâli H´l-müddeİ in kânet lehu beyyinetun ve´hkum lehu bi´l-mâli in şehide şâhidân)´ sözü, ikrar İle ve yemin ve şahid ile hüküm verilmesinin nefyine delalet etmez ve daha sonra ikrar ve yemin ve şahit ile hüküm vermenin emredilmesi, kesinlikle, önceki sözün neshedilmesİ ve nassın kaldırılması anlamına gelmez. Bu anlayıştan dolayıdır ki, biz haberi vah idle neshi caiz görmekteyiz. Ebu Hanîfe, belirttiğimiz anlayış yüzünden Allah Teâlâ´nm "Eğer hamile iseler, onların nafakalarını temin edin" sözünün mefhumunu inkar etmiştir. Her ne kadar mefhûm konusunda Şafifye muhalefet ediyorsak da, bu meselede, -nikah bağının kalkmasının, İstisna tutulanlar dışında, nafakanın düşmesini gerektireceği mülahazasıyla-, ona muvafakat etmemiz mümkündür. Burada istisna edilen, hamile kadınlardır. Hamile olmayan kadınlar ise nefy aslı üzere kalırlar ve onlara nafaka verilmez; ancak bu verilmeyiş, şart sebebiyle değil, nafakanın illeti olan nikahın ortadan kalkması sebebiyledir.
6) Hz. Peygamberin "Su, sudandır", "Şuf a, ancak, taksim edilmemiş şeylerdedir", "Velâ hakkı, azat edene aittir", "Ribâ ancak nesîededir" ve "Ameller niyetlere bağlıdır" gibi sözleri.
Ebû Hanîfenin arkadaşlarıyla, mefhumu inkar edenlerden bazıları, bunu inkarda da ısrar etmişler ve bu tür ifadelerin yalnızca isbat olduğunu; hasra delalet etmeyeceğini söylemişlerdir. Kadı ise bunun, hasr hususunda belirgin (zahir) olup, tekid için olmasının muhtemel olduğunu ikrar etmiştir; zira Allah Teâlâ´nın "Allah ancak tek ilahtır" {Nisa, 4/171}, "Allah´tan korkanlar, ancak alimler- m 207] dir" {Fâtır, 35/28} sözleri hasr´ı hissettirmektedir. Fakat ´inneme´n-nebiyyu Muhammed´ ve ´inneme´I-âlimu fî´1-beled Zeyd´ diyen kimse bununla kemali ve tekidi kastetmektedir. Bize göre de tercihe şayan olan görüş budur. Fakat Kadı bunu sadece ´innemâ1 sözüne tahsis etmiş ve ´el-a´mâlu bi´n-niyyât´, ´eş-şufatu fimâ lem yuksem´, ´tahrimuhâ et-tekbîr ve tahtîluhâ ei-tesiîm´ ve ´el-âlimu fı´l-beled Zeyd* sözlerine uyguİamamıştır. Bize göre bu ifade biçimleri, her ne kadar kuvvet bakımından ´innemâlı İfadelerden aşağı olsalar da, hasr hususunda zahir oldukları için ´innemâ´ sözüne ilhak edilirler. Nitekim biz, ´Zeyd, arkadaşımdır´ sözü İle, ´Arkadaşım Zeyd´dİr´ sözü arasındaki farkı ve ´Zeyd alimdir´ sözü İle ´Alîm, Zeyddir´ sözü arasındaki farkı kavrayabiliyoruz, işin özü şudur; haberin, mübtedadan daha özel olması caiz değildir; aksine, haberin mübtedadan daha genel veya en azından ona eşit olması gerekir. Bu bakımdan ´ Canlı, insandır (el-Hayevanu insan)´ denilmesi caiz olmadığı halde,´ insan canlıdır (el-İnsânu haye-van)´ denilmesi caizdir. Zeyd mübteda yapılıp, ´Zeyd arkadaşımdır (Zeyd sadîkî)´ denildiğinde, arkadaşlığın Zeyd´den daha genel olması ve Zeyd´in arkadaşlıktan daha özel olması mümkündür; çünkü mübtedanm haberden daha özel olması caizdir. Ancak ´sadîk´ mübteda yapılarak ´Arkadaşım, Zeyd´dİr (Sadîkî Zeyd)´ denildiğinde, şayet, bu sözü söyleyen kişinin Zeyd´den başka arkadaşı varsa mübteda haberden daha genel olmuş ve haber daha özel olmuş olur ve bu söz, tıpkı, ´el-levnu sevad (Renk, siyahtır)´ ve ´Canlı, insandır (el-hayevânu inşân)´ sözü gibi olur. Her ne kadar aksi mümkün ise de, bu imkansızdır.
Denirse ki:
´Sadîkî Zeydun ve Amrun´, ´el-velâu limen a´teka ve limen kâtebe ve itmen bâe bi şarti´t-ıtk´ denilmesi caizdir. Şayet bu ifadeler, hasr için olmuş olsaydı, bu kullanım hasr ile çelişirdi.
Deriz ki:
[II, 208] Bu ifadeler, hasr içindir, şu şartla ki, söz bitmeden önce, bu hasr ifade edişi değiştirecek bir şeyin bitişmemesi gerekir. Nitekim ´aşere (on)´ lafzı bir anlam İfade etmektedir, ancak kendisinden sonra istisna gelmemesi şartıyla. ´Uktulu´l-müşrikîn´ sözü, tüm müşrikler hakkında zahir bir lafızdır, ancak arkasından ´illâ Zeyd´ denilmemesi şartıyla.
7) ´ilâ´ ve ´hattâ" sıygasıyla, hükmün bir bitiş noktasına çekilmesi:
Bu ifade biçiminin Örneği, "velâ.takrebûhunne hattâ yethume (Temizlenmelerine kadar, kadınlara yaklaşmayın)" {Bakara, 2/222}, "felâ tehillu lehu hattâ tenkiha zevcen ğayrehu (Başka bir adamla nikahlantnca ne helal olmaz)" {Bakara, 2/230}, "...hattâ yu´tu´l-cizyete an yed (elleriyle cizye verinceye kadar)" {Tevbe, 9/29} ayetleridir.
Ebû Hanîfenin arkadaşları ve mefhumu inkar edenlerden bazı alimler bunu İnkarda ısrar etmişler ve bunun, belirlenen gayeden önceki hükmü doğrudan belirtmek (nutk) olduğunu; gayeden sonrası için ise sükut olup, belirtmeden önceki hali üzere kalacağını söylemişlerdir. Kadı ise, bunu kabul etmektedir; çünkü, Allah Teâlâ´ntn "hattâ tenkiha zevcen ğayrehu" ve "hattâ yethurne" sözleri müstakil sözler değildir. Eğer bu sözler, "velâ takrebûhunne" ve "felâ tehillu lehu" sözleriyle ilişkilendirilmezse, boş birer söz olurlar. Bu sözler, içlerinde "temizlenince yaklaşın" ve "başka bir adamla evlendikten sonra yeniden helal olur" şeklinde bir anlam gizlendiği (idmâr) için sahih olmaktadır. Bu yüzdendir ki, birisi ´Ayağa kalkıncaya dek Zeyd´e bir şey verme´ dediğinde, muhatabın ´ayağa kalkınca vereyim mi?´ diye sorması (istifham) çirkin olmaktadır. Şayet ´ayağa kalktığında Zeyd´e ver´ demiş olsaydı, bu istifham yine güzel olmazdı; çünkü bu sözün anlamı ´ayağa kalktığında ver´dir. Diğer bir yön de şudur: Gaye, bîr son´dur, bir şeyin nihayeti İse kesilme yeridir; eğer kesilme yeri yoksa son da yok demektir. Bu bakımdan, ´Tevbe edinceye kadar onu döv´ denildiğinde, artık ´tevbe etse bile dövecek miyim´ denilmesi güzel düşmez. Bu tür ifadelerde bir nevi belirginlik (zuhur) olmakla birlikte yine de, inceleme/araştırmaya gerek vardır. Zira ´başlangıcı olan her şeyin sonu (gaye), başlangıcın kesildiği yerdir; dolayısıyla gayeden sonraki hüküm, başlangıçtan önceki hale döner; böylece de isbat ya kısa (mak- [nt 209] sur) olur ya da zikredilen sınıra (gaye) kadar uzar ve gayeden sonraki hüküm, başlamadan önceki gibi olur. Öyleyse bu mertebe, nefye delalet bakımından öncekilerden daha zayıf olmaktadır.
8) Sekizinci mertebe, ´Lâ âlime fı´l-beledi illâ Zeyd (Beldede Zeyd´den başka alim yok)´ sözü gibi olan sözlerdir.
Mefhumu İnkar edenlerin aşırıları bunu inkar etmişler ve bunun, kendisinden istisna yapılan´ı (müstesna anh´i) doğrudan söylemek, istisna edileni (müstesnayı) ise sükut geçmek olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, ´illâ1 sözüyle hariç bırakılan şey (Zeyd), söze (Beldede alim yok sözüne) hiç dahil olmamıştır ve söz geri kalana (alîm olarak Zeyd´in varlığına) hasredilmiştir.
Bu yaklaşımın batıl olduğu açıktır; çünkü bu ifade nefy ve isbat hususunda sarihtir. Nitekim ´Lâ ilahe illallah´ diyen kişi, sadece nefy İle yetinmemiş; aksine Allah için tanrılığı İsbat etmiş ve tanrılığı Allahtan başkasından nefyetmiştir. Aynı şekilde, ıLâ âlime illâ Zeyd\ ´Lâfetâ İllâ Ati´ ve ´Lâ seyfe illa zulfikar´ diyen kişi, kesinlikle hem nefyetmiş hem de isbat etmiştir. Ancak, "Lâ salâte illâ bt tuhuf, "Lâ nikâhe illâ bi veli" ve "Lâ tebîû´l-bürre bi´l-bürr illâ sevaen bi sevâ" sözleri böyle olmayıp, bunlar şart sıygasıdır ve bunların muktezası, nef-yedilen şeyin, şartın bulunmaması durumunda yokluğudur. Dolayısıyla mantu-kun bih değildir; aksine, abdestli olunmasına rağmen namaz başka bir sebepten fasid olabilir. Veli bulunarak kıyılan nikah ve eşit olarak satılan şeyler de bunun gibidir. Bu, mefhum kuralı uyanncadır. Bir vasfın sabit olması durumunda hükmün isbat edilmesi, bu vasfın bulunmadığı zaman hükmün iptaline delalet etmez; tersine, hüküm, nutuktan önceki hali üzere kalır. Aynı şekilde, hükmün, bir vasfın bulunmaması durumunda nefyedilmesi, bu vasfın bulunması durumunda hükmün bulunacağı anlamına gelmez; aksine hüküm, nutk´tan önceki hali üzere kalır. Söylenen (mantuk bih) ise, yalnızca, vasfın bulunmaması (intifa) durumunda, hükmün de bulunmadığıdır (nefy). ıLâ ilahe illallah1 ve ıLâ âlime illâ [II, 210] Zeyd sözleri ise bundan farklıdır; çünkü bu sözler, nefy üzere varid olmuş is-battır. Nefyden yapılan istisna isbat ve isbattan yapılan istisna nefy´dir. "Lâ salâte" sözünde, abdest hiç söz konusu edilmemiştir; aksine bu söz, yalnızca ´salât´a aittir. Arkasından gelen Hllâ bi tuhûr´ sözü ise, salât´ı isbat için değil, aksine, söz içerisinde kendisine değinilmeyen ´tuhur´u isbat İçindir; dolayısıyla bu sözden (illa bi tuhur sözünden), sadece, şart (yani abdestin, namaz için şart olduğu) anlaşılabilir.
Mesele:
Mefhûm´u benimseyenler, "ve in hıfium şikaka beynihimâ" {Nisa, 4/35} ayetinin ve "eyyümâ imreetin nekahet bi gayri İzni veliyyihâ" hadisinin mefhumu olmadığını itiraf etmişlerdir. Çünkü burada, özellikle belirtmeye (tahsis) sev-keden iç sebep (bâis), âdettir (olağan durum); çünkü muhalaa (hul1), ancak, geçimsizlik (şikak) durumunda cereyan eder; yine kadın, ancak velisi evlenmesine izin vermediği zaman kendi başına nikah kıyar.
Yine mefhhumu´l-lakab´ı benimseyenler, "Subbû aleyhi zenûben min mâi´( Üzerine bir kap su dökün)´ ve ve´l-yestenci bi selâseti ahcâr (Üç taşla temizlensin)´[9] hadislerinin mefhumu olmadığını söylemişlerdir; çünkü Hz. Peygamber bu iki şeyi, yaygın oldukları için zikretmiştir. Bu gibi bâisler sebebiyle mefhum düştüğüne göre, bizim için bâisin açık olmadığı yerlerde, bizim bulamadığımız bir bâisin olması muhtemel demektir; hai böyle olunca, hüküm, bâisin bizim için açık olmaması üzerine nasıl bina bina edilebilir!
Denirse ki:
Allanın ilminde tahsis edici olan bâis bilinemeyip (intifa), zikredilene ve zikredilmeyene olan ihtiyaç eşitse ve her İkisi zikredilme hususunda eşit olup, birisi unutulmuş değilse, bu durumda Hz. Peygamberin, bunlardan sadece birini zikretmesi caiz midir? Eğer caizdir derseniz, Hz. Peygamberi boş ve abes iş yapmaya nisbet etmiş olursunuz. Bu caiz görmenin açılımı şöyledir: Hz. Peygamber, ´oruç tutmak uzun boyluya ve beyazlara vaciptir´ diyor; biz de O´na ´kısa boylu olanlara ve siyahlara da vacip midir?´ diye soruyoruz, ´evet onlara da vaciptir´ diye cevap veriyor. Biz bu defa, ´niçin bunu (uzun boyluluk ve beyazlığı) özel-[II, 211] likle zikrettin´ diye soruyoruz; Hz. Peygamber, ´hiç, keyfi olarak´ diye cevap veriyor. Bu durumda bu sözün şakaya (ciddiyetin zıttı) nisbet edileceğinde ve kendisine gülünmesi için şakacılıkla lakaplanmaya uygun düşeceğinde kuşku yoktur. Msl. ´Yahudi ölünce, göremez´ demek böyledir ve bu dalga geçmek olur. Böylece her hangi bir bâis olmasa bile bunun delil olduğu sabit olmaktadır. Eğer bâis varsa ve bizim için zahir olmamışsa, aslolan bâis´in olmamasıdır. Hükmün buna has olmasının ötesinde, tahsise götüren bir bâisin varlığını tevehhüm ederek, sözün delaletini düşürmek ise, tevehhüme dayanarak sözün delaletini kaldırmak demektir.
Deriz ki:
Sizin zikrettiğiniz hususlar müsellemdir ve aynı zamanda lakabın tahsisi hususunda da geçerlidir. Yahudi ismi, bir lakaptır ve lakabın bir mefhumu olmadığı halde, bunun özellikle belirtilmesi (tahsis) çirkin karşılanır; çünkü böyle yapmak, kıyas yolunu kapatır. Lakabın mefhumu ise, kendisinde lafız yönünden bir delalet bulunmadığı için düşürülmüştür. Çünkü lakap, bir şeyi doğrudan söyleme (nutk), diğer bir şeyi sükut geçmedir. Bu durumda, konuşan kişinin, niçin bir şeyi doğrudan söyleyip, ötekini sükut geçtiği sorulabilir ve biz de bunu bilmediğimizi söyleriz. Nitekim bunun, hükmün ihtisası sebebiyle olması muhtemel olduğu gibi, başka bir sebeple olması da muhtemeldir. Dolayısıyla, salt İhtimal ve vehm sebebiyle ihtisas sabit olamaz. Vasfın tahsisi de bunun gibidir ve arada hiç bir fark yoktur. Bu hale göre, biz delili vehm sebebiyle atmış olmuyoruz; aksine hasım, delili vehm üzerine bina etmiş oluyor; çünkü diğer bâislerin yokluğu bilinmedikçe, hükmün ihtisası bâisi de muayyenleşmez; diğer bâislerin yokluğunu iddia etmek ise sırf vehimdir. ´Yahudi ölünce, göremez* şeklindeki sözün çirkin karşılanması ise, tahsis yüzünden değil; aksine, zaten aşikar olan bir şeyi zikretmesi sebebiyledir. Nitekim ´İnsan ölünce göremez´ ya da ´hayvan, ölünce göremez´ denilmiş olsaydı, bu da çirkin karşılanırdı; çünkü zaten ortada olan bir şey belirtilmiş olmaktadır. Eğer, bîr probleme değinilmiş olsaydı, tahsis hiç bir yerde [jit 212] Çirkin karşılanmazdt. Msl. ´Köle hac esnasında cinsel ilişkide bulunursa, ona kef-faret gerekir´ sözü, her ne kadar hür kişiler de bu hükümde müşterek iseler de, çirkin karşılanmaz. Aynı şekilde, idrakten sonra olması kastedilerek ´insan ancak irade ile hareket eder´ sözü de, her ne kadar diğer canlılar da bu iki hususta, insanla müşterek olsalar da, çirkin karşılanmaz. Mefhum konusunda, Öze ilişkin olarak söyleneceklerin tamamı budur. Böylece, II. Bölüm -sıygası ve vaz´ı yönünden, fahva ve işareti yönünden lafızdan hüküm istinbatı- konusunda yaptığımız inceleme tamamlanmış olmaktadır. Geriye sadece m. Bölüm, -yani, anlam ve makulü yönünden lafızdan hüküm çıkarma konusu- kalmaktadır ki, bu da kıyas´tır. Kıyas hakkındaki söz epeyce uzundur. Biz, Hz. Peygamberin fiili, sükutu ve bunların hükme delalet şekli konusunu da, II. Bölüme katmayı uygun görüyoruz; nitekim sükutun, delalet bakımından, söz menzilesinde olduğu zannedilebilmektedir. Bunu tamamladıktan sonra III. Bölüme yani kıyas´ı açıklamaya geçeceğiz. [10]
F. Hz. Peygamberin Fiillerinin, Sükutunun Ve İstibşarının Delaleti
1. Fiilin Delaleti:
Fiilin delaletine geçmeden önce, peygamberlerin ismeti konusunda bir girizgah yapalım ve şöyle diyelim:
Peygamberlerin doğru sözlülüğü ve Allahin onları mucizelerle tasdik ettiği, akıl burhanı ile sabit olunca, artık, mucizenin medlulüne aykırı olan her şey, akd [II, 213] delili ile peygamberler açısından imkansızdır. Allahı İnkar (küfür), Allahı bilmeme, Allanın risaletini gizleme, tebliğ ettiği konularda yalan, hata ve yanılgı, tebliğde kusur etmek ve insanları çağırmakla emrolunduğu Şer´in ayrıntılarını bilmemek, mucizenin medlulü ile çelişmektedir. Kendisine has olan ve risaletle ilişiği bulunmayan konularda günah (zenb) irtikap etmeye gelince, bize göre, akıl delili, peygamberlerin bundan masum olduğuna delalet etmez; tam tersine, tevkif ve icmâ delili, peygamberlerin büyük günah (kebîre) işlemekten masum olduklarına, yine değerlerini düşürecek olan zina, hırsızlık, Hvata gibi pis şeylerden masum olduklarına delalet etmiştir.
Küçük günahlara (sağâir) gelince; kimi alimler, bütün günahların kebair (büyük günah) olduğunu söyleyerek, peygamberlerin sağâir (küçük günah) işlemeyeceklerini ve bundan masum olmalarının vacip olduğunu ileri sürmüştür. Doğrusu, bazı günahların sağâir olmasıdır ki bunlar, thyâu U7ûmi´d-din adlı kitabımızın Tevbe bahsinde mahiyetini açıkladığımız üzere, haberde varid olduğu gibi beş vakit namazın ve büyük günahlardan kaçınmanın sildiği (keffaret olduğu) günahlardır.
Denirse ki:
Niçin akıl delili İle, peygamberlerin bu tür günahlardan da masum oldukları sabit olmuyor; çünkü, şayet peygamberler, bunlardan masum olmasalardı, insanların kalpleri onlardan nefret ederdi.
Deriz ki:
Bize göre, peygamberlerin, insanları nefret ettirecek tüm şeylerden masum olmaları vacip değildir; nitekim Hz. Peygamberle kafirler arasında savaş vardı ve bu savaş, bazı insanları iman etmekten uzaklaştırıyordu ve Hz. Peygamber, bundan masum değildi. Yine Hz. Peygamber, İptalciler şüpheye (reyb) düşmesinler diye hat ve kitabetten mahfuz tutulduğu halde, iptalciler şüpheye düşmüşlerdir. Kimi insanlar da, nesh sebebiyle şüpheye düşmüşlerdir. Nitekim Allah Teala "Bir ayetin yerine alternatif başka bir ayet getirdiğimiz zaman, ki Allah neyi indireceğini daha iyi bilir, dediler ki; sen bir iftiracısın" {NahI, 16/101} demiştir. Kimi insanlar da, müteşabih ayetler sebebiyle şüpheye düşmüşler ve ´Şayet, (Muhammed) peygamber olsaydı, kapalı husustan açıklamaya güç yetirebilir ve insanlar cehl ve hilaf kelimelerinden kurtarırdı´ demişlerdir. Nitekim Allah [n, 214] Teâlâ "...onlar fitne amacıyla ve tevil amacıyla Kur´an´ın müteşabihlerine takılırlar"- {Al-i imrân, 3/7} demiştir. Tüm bunlar da gösteriyor ki, nefret ettirici (uzaklaştırıcı) şeylerin bulunmaması, mucizenin delaleti için şart değildir, işte Hz. Peygamber açısından günahların hükmü budur.
Unutma (nisyân) ve dalgınlığa (sehv) gelince; kendilerine has olan ibadet vb. gibi hususlarda, unutma ve dalgınlığın peygamberler açısından caiz ve mümkün olduğunda tartışma yoktur. Yine, Şer´in ve risaletin tebliğine ilişkin konularda, masum olduklarında da hilaf yoktur. Çünkü onlar, bu tebliği kesin olarak tasdikle mükelleftirler; yanılgı caiz görülünce tasdik artık mümkün olmaz.
Kimi alimler, Hz. Peygamberin, ictihadla oluşturduğu Şer´ konusunda yanlış (galat) yapmasını caiz görmüşler; fakat bu yanlış üzerinde bırakılmayacağını (bu yanlışın onaylanmayacağını) söylemişlerdir. Bu yaklaşım, ietihadî konularda doğruyu tutturanın (musîb) tek olduğu görüşünde olanların mezhebine göredir. Her müelehidin musîb olduğunu söyleyenlere göre ise, her hangi bir müetehidin içtihadında bile hata tasavvur olunamazken Peygamberin içtihadında nasıl tasavvur edilecektir!
Şimdi asıl konumuza, yani Hz. Peygamberin fitleri konusuna dönelim.
Hz. Peygamberin msl. "ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın" ve "Hac törenlerini benden alın" gibi sözüyle, bir vacibi beyan olarak yaptığı anlaşılan veya halin karinesi ile, msl. hırsızın elinin bilekten kesilmesi gibi, vuku bulmuş bir olayın hükmünü uygulamak olduğu anlaşılan fiil, delildir ve beyandır. Hz. Peygamberin hususiyetlerinden olduğu anlaşılan fiil ise kesinlikle başkası hakkında delil olamaz.
Yanında, nefy veya isbat nususunda bir açıklama bulunmayan fiillere gelince; bize göre sahih olan, bu tür fiillerin bir delaletinin olmaması; tam tersine, bunun bir yönden ibaha, nedb ve vücub arasında, bir yönden de Hz. Peygambere özel olmakla başkalarının da müşterek olması arasında tereddütlü olup, bu kısımlardan her hangi birinin ancak artı bir delil ile muayyen hale gelmesidir. Hatta, peygamberlerin sağâir işlemelerini mümkün görenlere göre, bu fiilin haram olma ihtimali bile vardır. Kimi alimler bu türden olan fiillerin haramlık üzere; kimileri ibaha üzere; kimileri mendupluk üzere olduğunu söylemişler; kimileri de, eğer [n, 215] bu fiil, ibadet türünden ise vücub üzere; âdet türünden ise nedb üzere olacağını ve uymanın (teessî) müstahab olacağını ileri sürmüşlerdir. Bunların hepsi de tahakkümdür; çünkü fiilin bir sıygası yoktur ve bu ihtimaller birbiriyle çatışmaktadır. Şimdi biz bu ihtimallerin batıl olduklarım ayrı ayn gösterelim.
Fiilin haramlık üzere olduğu görüşü:
Bu görüş, Şer´in varid olmasından önce fiillerin haramlık üzere olduğu görüşünde olanların kuruntsudur. Bu görüşte olanlar ´Bu fiil hakkında Şer1 varid olmamıştır; fiilin bizzat kendisi de, ne ibaha ne de vücub için taayyün etmektedir; öyleyse bu ful, önceki hali üzeredir´ derler. Bunlar, fiilin, önceki hükmü üzere kalacağı noktasında doğru söylemişlerdir; fakat, Şer´in vürudundan önce hükümlerin haramlık üzere olduğu noktasında hata etmişlerdir ki biz bunun yanlışlığını göstermiştik. Kaldı ki, Şer´in vürudundan önce hükümlerin mübahlık üzere bulunduğunu söyleyenlerin görüşü- ki bu görüş daha tutarlıdır- bununla çatışmakladır. Diğer yandan, bu anlayış bir çelişki de doğurabilir. Şöyle ki; Hz. Peygamber, birbirine zıt iki fiili iki ayrı zamanda yaptığında, bir şeyin hem kendisi hem de zıttı haram olacaktır ki bu, imkansızla mükellef tutmaktır (teklîfu´l-muhâl).
Fiilin mübahlık üzere olduğu görüşü:
Bu görüştekiler, eğer, ´Hz. Peygamberin fiili mübahlik üzeredir´ derken, Hz. Peygamberin bu konuda bizim için bir serbestlik tanımış olacağım kastediyorlarsa, bu anlayış, aklın ve Sem´in delalet etmediği bir tahakkümdür. Yok eğer bununla, ´fiiller hususunda aslolan, güçlüğün kaldırılmasıdır; dolayısıyla fiil, Şer´den önceki hali üzere kalır´ demek istiyorlarsa, bu doğrudur. Hz. Peygamber bu fiili yapmadan Önce de fiil bu mübahlık üzere idi; öyleyse Hz. Peygamberin fiilinin bir delaleti yoktur.
Fiilin mendupluk üzere olduğu görüşü:
Bu görüş de tahakkümdür; çünkü fiil, nedb olma ihtimaline binaen vacipliğe [II, 216] hamledilemiyorsa, aynı şekilde, vacib olma, hatta mubah olma ihtimali sebebiyle mendupluğa da hamledilemez.
Bu görüş sahipleri iki gerekçeye tutunmuşlardır:
1. gerekçe (şüphe):
Hz. Peygamberin fiilinin vacib ve mendub olma ihtimali vardır; bu ihtimalin en alt derecesi mendupluktur; öyleyse fiil mendupluğa hamledilir.
Deriz ki:
Şayet, mendupluk vacipliğe dahil olmuş olsaydı ve vaciplik, nedb artı ziyade olsaydı, bu söyledikleri doğru olurdu. Halbuki hiç de böyle değildir; çünkü ter-ketmenin caizliği, vücubun tanımına dahil olmadığı halde, nedbin tanımına dahildir. Bu noktada söylenebilecek en alt sınır, fiilin Özellikle ibadet konularında nedbe hamledilmesîdir. tbadet dışı işlerde (âdât) ise, ibahaya hamlinden daha alt sınır yoktur; o da, salt fiil sebebiyle değildir, fakat, biz biliyoruz ki sahabe, Hz. Peygamberin her bir fiili hakkında, bu fiilin caizliğine kanaat getiriyorlardı ve bu fiille cevaza istidlal ediyorlardı. Bu ise, sağâirin O´ndan nefyedilmİş olmasına delalet etmektedir. Sahabe, âdât hususunda da ona iktida ile teberrük ediyorlardı. Fakat bu da, kesin bir delil sayılamaz; çünkü, sahabenin bu fiille istidlal etmelerinin, diğer ihtimalleri kaldıran bir karîne sayesinde olması muhtemeldir; biz ise, karîne bulunmaksızın salt fiillerden bahsediyoruz. Kuşku yok ki, Ibn Ömer Hz. Peygamberi, kazay-ı hacet anında Beyt-i Makdis´e yönelik olarak gördüğünde, bina içerisinde bulunulduğunda, -çünkü Hz. Peygamber bina içerisinde idi-, bu fiilin mubah olduğuna istidlal etmiş; fakat bu fiile iktida etmenin gerektiğine kanaat getirmemiştir. Çünkü Hz. Peygamber yalnız idi ve bunu İzhar etmek amacı taşımıyordu ki, karîne ile, kendisine iktidaya çağırmayı amaçladığı bilinsin. Görüldüğü gibi sahabe, Hz. Peygamberin yaptığı şeyin mubah olduğuna kanaat getirmişlerdi. Bu da, onların, hem, Hz. peygamber hakkında sağâiri tecviz etmedik- [H, 217] lerine, hem de Hz. Peygambere her fiilinde değil, yalnızca, beyan yapmayı amaçladığını gösteren bir karîne iktiran eden fiillerine İktida edileceği kanaatinde olduklarına delalet eder.
2. gerekçe:
tkinci gerekçeleri "Allah Resulünde sizin için uyulacak güzel bir model vardır" {Ahzâb, 33/211 ayetine tutunmak olup şöyle derler; Allah bize, uymamız (tcessî) gerektiğini söylememiş, uyabileceğimizi haber vermiştir; dolayısıyla bu ayet vücuba değil, nedbe hamledilir.
Deriz ki:
Bu ayet sizin aleyhinize hüccettir. Çünkü Hz. Peygambere uyma (teessî), O´nun yaptığı fiili, aynen O´nun yaptığı üzere yapmak hususundadır. Hz. Peygamberin vacip olarak veya mubah olarak yaptığı bir fiili eğer biz mendup olarak yaparsak, O´na iktida etmiş olmayız. Aynı şekilde O´nun nedb olmasını amaçladığı bir fiili eğer biz vacib olarak yaparsak, teessîye aykırı davranmış oluruz. Öyleyse, Hz. Peygamberin kasdını bilmeden O´na teessî etmemiz imkansızdır ve O´nun kasdı ancak kendi sözüyle veya bir karîne ile bilinebilir. Aynca, Hz. Peygamberin fiilleri, vacib ve mendub kısımlarına ayrıldığına göre, tüm fiilleri vücuba hemledenler teessî etmiş olmazlar; yine tüm fıileri nedb´e hamledenler de teessî etmiş olmazlar. Belki Hz. Peygamber, bilinmeyen bir iş yapıyordu. Bu bakımdan fiilin hangi vecih üzere yapıldığını bilmeksizin o fiili işleyen kişi, teessi etmiş olmaz.
Fiilin vücuba hamledileceği görüşü:
Fiilin vücuba hamledileceği, ne aklın ve nazann zarureti ne de kesin bir delil ile bilinmektedir, dolayısıyla bu anlayış tahakkümdür; çünkü Hz. Peygamber´İn fiili, vücub ve nedb arasında ihtimallidir ve Hz. Peygamber´İn sağâirden masumluğunu vacip görmeyenlere göre ise haramlik ihtimali de vardır. Bu durumda, fiilin vücuba hamledileceği şeklinde keyfi bir hüküm verilemez.
Bu görüştekilerin tutunduktan gerekçeler (şüpheler) şunlardır:
1) Hz. Peygamber´İn fiilini, gerçek, doğru ve maslahat olarak vasıflamak
gerekir. Şayet bu vasıf olmasaydı, Hz. Peygamber bu fiile teşebbüs etmezdi ve onunla teabbüd etmezdi.
Deriz ki:
Bunlar, Özellikle Hz. Peygamber hakkında müsellem olup, fiil bu sayede ha-[II, 218] ram olmaktan çıkmış olmaktadır. Fakat biz, fiilin bizim açımızdan durumu hakkında konuşuyoruz. Fiilin O´nun hakkında gerçek, doğru ve maslahat olması, bu fiilin bizim hakkımızda da aynı şekilde olmasını gerektirmez. Tam tersine bu fiilin, peygamberlik vasfına İzafetle veya kendisine özel olan bir vasıfa izafetle maslahat olması mümkündür. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, birçok caiz, vâcib ve haram işlerde bizden farklı davranmıştır. Mukîm, yolcu, hayızlı ve temiz kişilerin, namaz hususunda birbirinden farklı hükümlere tabi oldukları gibi, Hz. Peygamber ile ümmet arasında farklılığın bulunması da mümkündür.
2) O, bir peygamberdir; peygamberin tazim edilmesi vaciptir; O´na teessi de bir tazimdir.
Deriz ki:
Boyun eğme hususunda krala tazim, emrettiği ve yasakladığı şeylerdedir; yoksa ki kral bağdaş kurup oturunca, bağdaş kurmak veya o, tahta oturduğunda, tahta oturmakta değildir. Resul, bazı şeyleri nezredecek olsa, Resule tazim, aynen onun nezrettiği gibi nezretmekte değildir; Resul, boşama, alım-satım vb. gibi işlemleri yaptığında, bu hususlarda O´na benzemeye çalışmak tazim değildir.
3) Şayet, fiilleri hususunda Hz. Peygamber´e mütabaat edilmeyecek olsaydı, O´na sözlerinde mütabaat etmemek de caiz olurdu ki bu, O´nu küçültmek ve kalpleri ondan uzaklaştırmak demektir.
Deriz ki:
Bu yaklaşım, saçmadır; çünkü söz hususunda Hz. Peygamber´e muhalefet etmek O´na isyan etmek demektir; O ki, kendisine sözleri hususunda uyulsun diye, tebliğ için gönderilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber´in sözleri başkalarına taşar, fiili ise kendisiyle sınırlıdır. Gönülleri uzaklaştırma meselesine gelince, biz bunun dikkate alınmayacak bir husus olduğunu açıklamıştık. Şayet, O´na benzemeyi ter-ketmek, O´nu küçültmek demek olsaydı, biz, visal orucunu, dokuz hanımla evlenmeyi, hatta peygamberlik iddiasında bulunmayı terketmek suretiyle O´nu kü-Çültmüş olmaktayız. Açıkça görülüyor ki, bunlar boş kuruntulardır. Meselenin özü şudur: Tıpkı kur´ (hayız, temizlik) vb gibi, müşterek lafızların ihlimalli olması gibi, fiil de ihtimallidir ve artı bir delil olmadıkça, fiili bu ihtimallerden her hangi birine hamletmek caiz değildir. [II, 219] 4) Onlar görüşlerini desteklemek için birtakım ayetlere de tutunmuşlardır. Msl. "O´na ittiba edin" {A´râf, 7/158} ayeti, hem sözleri hem de fiilleri içine almaktadır. Yine "Onun enirine muhalefet edenler kendilerine bir fitnenin ya da acı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar {Nûr, 24/63}", "Peygamber size neyi emretmişse alın* neyi yasaklamışsa kaçının" (Ayetin siyak-sibak bü-tünlüğündeki anlamı ´Peygamber size neyi vermişse alın, vermemişse üstelemeyin´ şeklindedir) (Haşr, 59/7 J gibi ayetler de bunun gibidir. Bu ayetler, Hz, Peygamberin sözlerinin kabulüne racîdir. Bu ayetler, hem sözleri ve hem de fiilleri içine alsa bile, umumun tahsisi mümkündür.
5) Bunlann en zahir delilleri,, sahabenin uygulamasına tutunmalarıdır. Nitekim sahabe, Hz. Peygamber visal yapınca visal yapmışlar; namazda, ayakkabılarını çıkarınca onlarda ayakkabılarım çıkarmışlardır; Hudeybiye yılında, tıraş olarak ihramdan çıkmalarını emredince, sahabe duraksamtş, bunun üzerine Hz. Peygamber, bu durumu Ümmü Selemeye şikayetlenince, Ümmü Seleme, ´önce sen onların huzuruna çık, kurban kes ve traş ol´ demiş; Hz. Peygamber böyle davra-nınca, sahabe de, yarışırcasına, kurban kesmişler ve traş olmuşlardır. Yine Hz. Peygamber, yüzüğünü çıkarınca, sahabenin de çıkarması; Ömer´in, ıBen biliyorum ki sen, zarar da vermeyen fayda da vermeyen bir taşsın! Şayet Hz. Peygam-ber´i, seni öperken görmeseydim, ben de öpmezdim´ diyerek Hacer-i Esved´i öpmesi; Ümmü Seleme´ye, oruçlunun öpmesinin hükmünü soran kişiye verilecek cevap konusunda, Hz. Peygamber´in Ümmü Seleme´ye "Ona, benim oruçlu iken öptüğümü söyleseydın ya!" demesi de böyledir. Aynı şekilde sahabe bütünüyle, iltikau´l-hitaneyn durumunda gusül yapmanın vacip olup olmadığında ihtilaf etmişler; Aişe, ´Ben ve Resulullah böyle yaptık ve guslettik´ deyince, hepsi birden bunu kabullenmişlerdir.
Bu gerekçeye bir kaç yönden cevap verilebilir:
a) Bunların hepsi âhâd haberlerdir. Nasıl ki kıyas ve haber-i vahid ancak kesin bîr delille sabit oluyorsa, aynı şekilde, asıllardan biri olan bu konu (fiilin delaleti konusu) da aynı şekilde kesin bir delille sabit olmalıdır.
b) Sahabe, Hz. Peygamber´e tüm fiillerinde ve ibadetlerinde ittiba etmemiştir. Hal böyle olunca, sahabenin, bazı fiillerde O´na uyması, delil oluyor da, sahabenin bazı fiillerde O´na muhalefet etmesi, niçin, muhalefetin caizliğinin delili olamıyor!
c) (Asıl cevap budur) Bu haberlerin tamamı, namaz, hacc, oruç ve abdest gibi hususlara ilişkindir. Hz. Peygamber, sahabeye, bu konularda kendisinin ve onların Şer´inin aynı olduğunu açıklamış ve "Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın", "Hac törenlerini benden alın", demiştir; yine "İşte bu, benim ve benden önceki peygamberlerin abdestidir" diyerek, onlara abdest almayı öğretmiştir. Visal orucuna gelince; Hz. Peygamber, sahabeye oruç tutmayı emredip, kendisi de onlarla beraber oruç tutunca, sahabe visal fiili ile Hz. Peygamber´in vacibe imtîsali ve onu açıklamayı amaçladığını zannetmişlerdir; Hz. Peygamber da onların bu zannlannın doğru olmadığını belirtmiş ve bu hususta kendisine muvafakat etmelerine karşı çıkmıştır. Oruçlunun öpmesi de böyle olup, Hz. Peygamber onlara, orucu bozan şeyler hususunda kendisiyle onların aynı hükme tabi olduklarını daha önceden açıklamış olabilir. Gusül meselesi de böyle olup Hz, Peygamber onlara aynı hükme tabi olduklarını daha önceden açıklamıştır. Sahabenin bunu anlaması ise satt fiilin anlatılmasıyla değildir; nitekim Hz. Peygam-ber´den "cinsel organlar buluşunca gusül gerekir" dediği de nakledilmiştir. Yüzüğü çıkarma meselesine gelince; Hz. Peygamber yüzüğünü çıkarınca, sahabe de, bunun kendileri için vacip olduğuna kanaat getirdikleri için değil, O´na muvafakat etmeyi arzuladıkları için çıkarmıştır ya da Hz. Peygamber, yüzük takınma uygulamasında (sünnet) onlarla eşit olunca, sahabe, çıkarma sünnetinde de eşit olacaklarını tevehhüm etmiştir.
Denirse ki:
Aslolan; Hz. Peygamber hakkında sabit olan şeylerin, istisna edilmesi durumu hariç, âmm olmasıdır.
Deriz ki:
Tam tersine aslolan; O´nun hakkında sabit olan şeylerin, umumi leş tirdi kleri hariç, hâss olmasıdır.
Denirse ki:
Umumîleştirme daha çok olduğu için, bunlar da aynı şekilde değerlendirilir.
Deriz ki:
Daha çok olana göre değerlendirmek zorunlu değildir. Nitekim, bir kızkar-deş, on yabancı kadınla karışıp şüpheli bir durum ortaya çıkınca, kadınların çoğunluğu helal olduğu halde, burada çoğunluk hükmü uygulanamaz. Çoğunluk [II, 221] esas alınacak olursa, mubahlar, menduplardan daha çok olduğu için, menduplann. mubahlara; menduplar da vaciplerden çok olduğu için vaciplerin menduplara ilhak edilmesi gerekir. Hatta birisi çıkıp, haramlar, vaciplerden daha çoktur; dolayısıyla, vacipler de haramlar gibi değerlendirilsin diyebilir. [11]
2. Fiillerin Hükümleri Konusunda Farklı Gerekçeler:
1) Birisi çıkıp, Hz. Peygamber´in fiili bize nakledildiğinde, müctehidin araştırması vacip olan şeyler ve müstehap olan şeyler nelerdir?´ diye sorabilir.
Deriz ki:
Sadece bir şey vaciptir; o da, bu fiilin, âmm bir hitabı açıklamak veya âmm ve bağlayıcı bir hükmün uygulanış biçimini göstermek (tenfız) olarak mı yoksa bu şekilde olmayarak mı varid olduğunu araştırmaktır. Eğer araştırma sonucunda fiilin, birinci kısımdan olduğu anlaşılırsa, bu fiile uymamız vaciptir; İkinci kısımdan ise, bu fiil kendisiyle sınırlıdır. Fiilin, âmm bir hükmü beyan olduğuna dair bir delil kaim olmamışsa, bu fiilin Hz. Peygamber hakkında mendup mu, vacip mi, mubah mı, haram mı olduğunu veya kaza mı yoksa geniş zamanlı veya dar zamanlı bir eda mı olduğunu araştırmak gerekli değildir. Tam tersine bu araştirma, ilimde artı bir derece ve fazilet olup, miictehidin bunu bilmesi müstehaptır.
Denirse ki:
Fiil dışında, beyana muhtaç olan kaç sınıf şey vardır?
Deriz ki:
ihtimal götüren lafızların beyana ihtiyacı vardır. Bunlar; mücmel, mecaz, aslî konumundan nakledilmiş ve Şer´in tasarrufuyla nakledilmiş lafızlar, husus ihtimali bulunan âmm lafız; tevil ihtimali bulunan zahir, istikrarından sonra hükmün neshi; ´yap´ sözünün, nedb mi yoksa vücub mu ifade ettiği ya da fevr mi te-rahi mi ifade ettiği veya tekrar için mi yoksa bir kerelik İçin mi olduğu; birbirine atıfla bağlanıp, arkasından istisna gelen cümleler ve ihtimallerin tearuz ettiği bu kabil şeylerdir ve fiil de bunlardan biridir.
Denirse ki:
Hz. Peygamber, kendi fiili ile bize bir şeyin mendupluğunu beyan edecekse, [nj 222] O´nun bu fiili işlemesi vacip olur mu?
Deriz ki:
Bu fiil, beyan olması bakımından vacip -çünkü, bu fiilin işlenmesi Şer´in tebliğidir-, bir fiil olması bakımından ise menduptur. Bazı Kaderiler, vacibin beyanının vacip, nedbin beyanının nedb ve mubahın beyanının ise mubah olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu mantık devam ettirifirse, haramı beyan etmenin de haram olduğunu söylemek lazım gelir. Haramın beyanı vacip olduğuna göre, nedbin beyanı niçin vacip olmasın! Mubah da bunun gibidir. Bunlar, Allanın, kullan üzerindeki hükümleri olup, Hz. Peygamber bunları söz ya da fiil yoluyla tebliğ ve beyan etmekle emrolunmuştur. Hz. Peygamber, söz ya da fiille açıklamak arasında muhayyer olup, fiili işlediği zaman, vacibin iki seçeneğinden birini yapmış olur ve O´nun bu fiili, vacip olarak vaki olmuş olur.
Denirse ki:
Hz. Peygamber´in fiilinin, beyan olduğu nasıl anlaşılır?
Deriz ki:
Bu husus, ya Hz. Peygamber´in sarih sözüyle, ki bu açıktır, ya da karinelerle anlaşılır. Bu karinelerden biri şudur: Mücmel bir hitab varid olur ve Hz. Peygamber bunu ihtiyaç anına kadar sözüyle beyan etmez; sonra ihtiyaç ve hükmü uygulama anında, açıklama sayılmaya müsait olan bir fiil işler. Böylece bu fiilin beyan olduğu anlaşılır. Zira; şayet bu fiil, beyan olmayacak olsaydı, Hz. Peygamber, beyanı, ihtiyaç anından sonraya ertelemiş olurdu ki bu, kimilerine göre ak-len, kimilerine göre ise sem´an imkansızdır ve böyle bir durumun olmadığında ittifak vardır. Fakat fiilin beyan için olduğu hususu, sahabe için açıktır; zira onlar, o ana kadar, sözlü bir açıklama olmadığını bilmektedirler. Bizim durumumuza gelince; Hz. Peygamber´in, bu fiilden önce sözlü bir açıklama yapmış olması ve bu açıklamanın bize ulaşmamış olması mümkün olduğu için, bize göre zahir olan, fiilin beyan için olmasıdır. Bu bakımdan, msl. Hz. Peygamberin, hırsızın elini bilekten kesmesi ve dirseklere kadar teyemmüm etmesi, "...ellerini kesin" {Mâide, 5/38} ve "yüzünüzü ve ellerinizi mesnedin" {Mâide, 5/6} ayetlerinin beyanı olur. [II, 223]
2) Aynı suyla mı yoksa yeni bir suyla mı olduğuna değinilmeksİzin, Hz. Peygamberin başını ve kulaklarını meshetmesi gibi mufassal olmayan bir fiil nakledilip daha sonra da kulakları için yeni su aldığının nakledilmesi durumunda, bu ikinci nakil, zahirde, birincideki ihtimali giderir, fakat, yine de, vacib olanın bir su, müstahap olanın ise yeni su olması ve iki fiilden birinin alt sınırı, diğerinin mükemmel olanı gösteriyor olması muhtemeldir.
3) Üçüncüsü, lazım gelen bir şeyi terketmesi olup, bu da onun kendisi hakkında mensuh olduğunu gösterir. Başkaları hakkında ise nesih, ancak, hükümdeki müşterekliğini beyanı ile olur. Birisi, Hz. Peygamber´in gözü önünde bu şeyi terkedip, Hz. Peygamber bunu bildiği halde karşı çıkmazsa, bu durum, neshin başkaları için de geçerli olduğunu gösterir.
4) Meyve (semer) veya nısab miktarına ulaşmayan bir şey çalmış olan biri getirildiğinde Hz. Peygamber bu şahsın elini kesmezse, bu durum ayetin tahsis edildiğini gösterir; şu şartla ki, kesme cezasını düşürecek başka bir şüphenin bulunmadığının da bilinmesi gerekir. Çünkü kendisine bir kılıç çalmış birisi getirildiğinde Hz. Peygamber bunun elini kesmezse, biz kılıç ve demir hususunda el-kesmenin olmadığı sonucunu çıkaramayız; fakat bunun sebebini araştırırız. Semer ve nısab miktarının altındaki şeyler de bunun gibidir. Aynı şekilde Hz. Peygamber´in kunut´u, besmeleyi ve birinci teşehhüdü bir kere terketmiş olması, neshe delalet etmez; zira bu unutmaya veya sünneti terketmenin caizliğini beyana hamledilir. Eğer bir kaç kere terkederse, bu terk, söz konusu şeylerin vacip olmadığını gösterir. Yine baldırı açık olarak bulunursa, bu durum baldırın avret sayılmadığını gösterir.
5) Hz. Peygamber´in namazda, -msl. husuf namazında bir rüku artırması ve Ümâme´yi sırtına alması gibi- ´şayet vacib olmasaydı namazı ifsad edecek olan´
[II, 224] bir fiil yaparsa, bu, az Fiilin namazı batıl kılmayacağını ve yapılan bu fiilin az fiil olduğunu gösterir ve bu uygulama "Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılın" sözü ile birlikte bizim hakkımızda bir beyan olur.
6) Allah Teâlâ, namaz kılmayı, cizye ve zekat almayı mücmel olarak emret-se, ve akabinde Hz. Peygamber, cizye almaya başlasa, bunun bir açıklama ve hükmün tenfızi olduğu anlaşılır. Fakat ihtiyaç, beyanın ertelenmesi caiz olacak biçimde henüz gerçekleşmiş değilse, bu fiilin beyan olduğu taayyün etmez; aksine, bu fiilin, Hz. Peygamber´in, özellikle, bu vakitte yapmakla emrolunduğu bir fiil olması ihtimali vardır. Öyleyse, başka bir karîne olmadıkça, bu fiil genel bir hükmün beyanı olamaz.
7) Hz. Peygamberin bir fiil yapan birinden bir mal alması veya ona vurması veya her hangi bir ceza uygulaması, bu fiili yapan kişinin bu malı ödemek durumunda olduğuna dikkat çekmedikçe, özellikle kendisine ait bir fiildir; çünkü, her ne kadar malın alınması, adamın bu fiilinden sonra olmuşsa da, söz konusu fiilin mal almayı gerektirdiği taayyün etmiş değildir ve malın alınmasını ve ceza verilmesini gerektiren başka bir sebebin bulunması imkansız değildir; dolayısıyla da bu uygulamanın sadece Hz. Peygamber´e has olması imkansız değildir. Hz. Pey-gamber´in, bir fiil işleyen biri hakkında mali veya bedeni bir cezaya hükmetmesi ise, -msl. bedevi hakkında, köle azat etmesine hüküm vermesi- bu hükmün söz konusu fiilin sonucu olduğunu gösterir; çünkü ravi, ancak bir karine ile anladıktan sonra, ´Hz. Peygamber, falan kişi hakkında, falan işi yaptığı için şu hükmü verdi´ der.
Denirse ki:
Hz. Peygamber, bir fiil yapsa ve bu fiil bir beyan olsa; bu beyan bir yer ve zamanda ve bir biçim (hey´et) üzere vaki olacağına göre, aynca bu zaman, mekan ve hey´ete de tabi olunacak mıdır?
Denilir ki:
Hey´et ve keyfiyete tabi olunur; zaman ve mekan ise, -haccın Arafat ve Ka´be´ye özel olması ve namazların vakitlere has olması gibi- bu yöndeki bir delil sebebiyle, yapılan açıklamaya uygun olması durumu hariç, tıpkı, gök yüzünün bulutlu olması ve açık olması gibi olup, bunların hükümde hiç bîr rolü yoktur. Çünkü; şayet mekana tabi olunacak olsaydı, bu rivayete bizzat riayet etmek la- [n, 225] zım gelirdi ve bu vakte riayet vacip olurdu. Halbuki bu vakit geçmiştir ve geri döndürülmesi mümkün değildir; o vakitten sonraki zamanlar ise, misil değildir; öyleyse, fiilin geçmiş zamanda iadesi gerekir; bu ise imkansızdır. Kimi alimler, eğer fiil, bir yerde ve bir zamanda birkaç kez yapılmışsa, bu durum, o yer ve zamanın hususiyetini göstereceğini; aksi takdirde göstermeyeceğini söylemişlerdir. Bu anlayış, yukarıda geçen sebeplerden dolayı, fasittir.
Denirse ki:
Eğer Hz. Peygamberin fiili beyan ise, Hz. Peygamberin, bir fiili takriri, fiile ses çıkarmaması, karşı çıkmaması, fiili yapanı bu fiilden dolayı müjdelemesi veya övmesi, söz konusu fiilin caizliğine delalet eder mi ve bu bir beyan sayılır mı?
Deriz ki:
Evet, bildiği halde susması ve karşı çıkmaması, caizlik delilidir. Zira; şayet o fiil haram olsaydı, buna karşı çıkmaması caiz olmadığı gibi, batıl bir fiil sebebiyle müjdelemesi de caiz değildir, öyleyse ses çıkarmaması, -´kıyafet (kâiflik)´ prensibi konusunda nakledildiği gibi- o fiilin caizliğine delildir. Hz. Peygamber için sağâiri caiz görüp, bu fiili masiyete hamledenlere göre, karşı çıkmamanın delaleti düşer. Halbuki biz, sahabenin bunu inkar ettiklerini ve imkansız gördüklerini bilmekteyiz. Denirse ki:
Belki de, Hz. Peygamberin karşı çıkmasına bir engel vardı; msl. Hz. Peygamber, bu adama tahrimin ulaşmadığını ve bu fiili de bu yüzden yaptığını bildiği için veya bir kere aynı fiil yüzünden karşı çıkmış, bu karşı çıkma fayda vermeyince, tekrarlamaya gerek görmediği için karşı çıkmamış olabilir.
Deriz ki:
Bu, bir engel değildir; çünkü kendisine tahrim ulaşmamış kimseye, tahrimin ulaştırılması ve bir daha yapmaması için de, bu fiilin yasaklanması gerekir. Kendisine tahrim ulaşıp da, halen vazgeçmeyene de, tahrimin neshedildiğini teveh-hüm etmesin diye, yeniden tekrarlamak gerekir.
Denirse ki:
Öyleyse niçin Hz. Peygamber´e her cumartesi ve pazar sabahlan, kiliselerinde ve havralarında toplandıklarında, Yahudi ve Hrıstiyanların yanına uğraması vacip olmamıştır.
Deriz ki:
Çünkü Hz. Peygamber, tebliğ etmesine rağmen, onların, inançlarında ısrarlı olduklarını bilmektedir. Halk da Hz. Peygamberin daima onları tekfirde ısrarlı olduğunu bilmektedir. Bu durum (Hz. Peygamberin her cumartesi ve pazar sabahı onların yanına gitmeyişi), bu ısrarın neshedildiği vehmini doğurmamıştır. Gözleri önünde, bir kere veya birkaç kere cereyan eden olay ise böyle değildir; bu gibi olayları sükut geçmek nesh vehmini doğurabilir.
[II, 226] [12]
3. İki Fiilin Tearuz Etmesi:
Tearuz, çelişki (tenakuz) anlamındadır. Eğer tearuz bir haberde[13] söz konusu olursa, ikisinden birinin mensuh olmasını gerektirir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ´dan ve Hz. Peygamber´den gelen haberlerde tearuz olmaz. Eğer tearuz emir, nehİy ve hükümlerde söz konusu olmuşsa, sonuncusu ilkini kaldırır ve bu nesh olur ve bu tasavvur olunabilir. Tearuz, çelişki demek olduğuna göre, fiilde tearuz olamaz; çünkü, iki fiilin, iki ayn zamanda veya iki ayn şahıs hakkında olduğu farzedilebilir ve bunlardan birinin vacib diğerinin haram olduğunu söylemek suretiyle uzlaştırma (cem1) yapılabilir. Dolayısıyla tearuz olmaz.
Denirse ki:
Öyleyse sözde de çelişme olmaz; zira İki ayrı durumda iki söz bulunabilir; çelişen ise bu iki sözün hükmüdür, tki fiilin hükmünün çelişmesi de böyledir.
Deriz ki:
İki sözün hükmünün çelişmesi, birinci sözün devamlılık gerektirmesi, ikincisinin ise bu devamlılığı kesmesi sebebiyledir. Fiil ise, ne bir hükme ne de bir hükmün devamlılığına delalet etmektedir. Gerçi Sâri´, bir fiili bizzat yapmakla, bizde bu fiilin vacipliğinin sürekli oluşu İzlenimini uyandırıp sonradan kendisi bu fiili terketmişse, bu durum, nesh ve hükmün devamlılığını kesme anlamına gelebilir. Bu kadarı da mümkündür.
Söz ve fiil arasında tearuz olması ise mümkündür. Şöyle ki; Hz. Peygamber, kendisinin, gerek başlangıç gerekse nesh durumunda, onlarla aynı hükme tabi olduğunu hissettirerek, her hangi bir fiili sürekli olarak ümmetine vacip kılan bir söz söyler, daha sonra kendisi bu fiilin aksini yapar veya bu fiilin aksi yapıldığında ses çıkarmazsa, sonuncu öncekini neshetmiş olur; eğer tarih problemli ise [II, 227] araştırılması gerekir. Aksi takdirde tearuz (çatışma) gerçekleşir. Nitekim, hırsızlık yapan birisi hakkında ´eğer beşinci kez çalarsa, Öldürün1 demiş; daha sonra kendisine beşinci kez hırsızlık yapan biri getirilince de, öldürmemiştir. Eğer bu olay daha sonra ise, burada fiilin sözü neshetmesi durumu söz konusudur. Eğer söz daha sonra ise, söz fiili neshetmiştir. Kimi alimler, söz ile fiil tearuz edip tarih tesbit edilemediğinde, sözün öncelik kazanacağını söylemişlerdir. Bunların hareket noktası şu iki husustur: a) Söz, bizzat beyandır, fiil ise böyle değildir; dolayısıyla, fiilin O´na has olması tasavvur edilebilir, halbuki söz, başkalarına da geçer, b) Söz, tekrarlamak suretiyle pekiştirilir; halbuki fiil böyle değildir.
Biz de deriz ki: Fiilin bizatihi beyan olmadığı şeklindeki sözünüz müsellemdir; fakat bizim sözümüz, harici bir sebeple beyan olan söz hakkındadır. Fiil, harici bir sebeple beyan özelliğini kazandıktan sonra, artık, bizatihi beyan olandan geri kalmaz. Yine fiilin Hz. Peygambere has olabileceği sözünüz de müsellemdir; fakat bizim sözümüz, böyle bir hususiyete hamledilemeyen fiil hakkındadır. Sözün tekrarlamakla müekket hale geleceği sözüyle, eğer ´söz mütevatir olunca, ilim ifade eder* denilmek isteniyorsa, bu da müsellemdir, eğer değişik şahıslardan mütevatir olarak gelmişse, buna zaten tekrar denilmez. Sözü bir kişinin tekrar etmesinin ise, tıpkı fiilin tekrar edilmesi gibi, hiç bir etkisi yoktur.
Böylece, sözlere İlhak edilen fiiller ve bunlardaki beyan ve icmalin açıklaması hakkındaki söz tamamlanmış olmaktadır. Şimdi sıra, bu kutubun üçüncü fenni ile meşgul olmaya geldi. Üçüncü fen, lafızların, medlullere, makulleri ve manaları yönünden delalet keyfiyetini -ki buna kıyas denilmektedir- açıklamak için resmedilmiştir. Artık, Allah´tan (azze ve celle) yardım isteyerek kıyası açıklamaya geçebiliriz. [14]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/162
[2] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/162-163
[3] Müslim, İman, 132/1,87
[4] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/163-164
[5] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/165--
[6] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/165-166
[7] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/166-169
[8] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/169-176
[9] Ebu davud, Taharet; 4/1, 3
[10] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/176-182
[11] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/183-189
[12] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/189-193
[13] Doğrulanabildi ve yanlışlanabilen söz; geçmişte olmuş bitmiş bir olay
[14] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 2/193-194
Konular
- Mecellenin Kaldırılması
- Akidlerde İtibar Maksad ve Mânâyadır; Elfaz ve Mebâniye Değildir.
- Yakın Şüphe İle Zail Olmaz.
- Bir Şeyin Bulunduğu Hal Üzere Kalması Asıldır.
- Kadîm Kıdemi Üzere Terk Olunur
- Zarar Kadîm Olmaz
- Beraati Zimmet Asıldır
- Arızî Sıfatlarda Aslolan Ademdir
- Bir Zamanda Sabit Olan Şey..
- Yeni Meydana Gelen Bir Olayın ..
- Kelâmda Aslolan Mânâ-yı Hakîkîdir
- Sarahat Karşısında Delâlete İtibar Yoktur
- Mevrid-i Nasda İçtihada Mesağ Yoktur
- Kıyasa Aykırı Olarak Sabit Olan Şey ..
- İctihadla İctihad Nakz Olunmaz
- Meşakkat Kolaylığı Celbeder
- Bir İş Daralınca Genişlemeye Yüz Tutar
- Zarar Ve Mukabele-i Bizzarar Yoktur
- Zarar İzâle Olunur
- Zaruretler Mahzurlu Şeyleri Mubah Kılar
- Zaruretler Kendi Miktarınca Takdir Olunur
- Bir Özür İçin Caiz Olan Şey ..
- Mâni' Zail Oldukta Memnît Avdet Eder
- Bir Zarar Kendi Misliyle İzale Olunmaz
- Zararı Âmmı Defi' İçin Zararı Hass İhtiyar Olunur
- Madde 21 = Geçersiz sebeple yapılan feshin sonuçları
- İSLAM VE MODERN HUKUK KARŞILAŞTIRILMASIYLA CEZA HUKUKUNA VE KISASA KISA BİR BAKIŞ
- İSLAM'DA İNSAN HAKLARI
- OSMANLI'DA MECELLE VE FRANSIZ MEDENİ KANUNUNU TARTIŞMALARI
- DÜNYADA HUKUK EĞİTİMİ VE AVUKATLIK STAJI