Hükmün Hakikatı
Önbilgi
Mesele: (Husun-Kubuh)
Mesele: Nimet Verene Şükretmek Uklen Zorunlu Mudur?
Mesele: (Şer´in Varid Olmasından Önce Fiillerin Hükmü)
I. HÜKMÜN HAKİKATİ
Bu başlık altında bir önbilgi ve üç mesele yer almaktadır.
Önbilgi:
Hüküm, bize göre, Şâri´in, mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabıdır. Haram, hakkında ´terkedin´, ´yapmayın´ denen şeyler; vâcib, hakkında ´yapın´, ´terket-meyin´ denen şeyler; mubah, hakkında ´dilerseniz yapın, dilerseniz terkedin´ denen şeylerdir. Şâri´den böyle bir hitap yoksa, hüküm de yoktur. Bunun için diyoruz ki; akıl, bir şeyin güzelliğine (husn) veya çirkinliğine (kubh) hüküm veremediği gibi nimet verene şükretmeyi de gerektirmez. Kısaca Şer´in vürûdundan önce fiillerin hükmü yoktur.
Şimdi bu meseleleri tek tek ele alalım.
Mesele: (Husun-Kubuh)
Mutezile, fiillerin ´güzel (hasen)´ ve ´çirkin (kabîh)´ olmak üzere iki kısım [I 561 ocuğunu ileri sürmüş ve bunların idrak ediliş yollarını da şöjle açıklamıştır:
a) Bu fiilerden birkısmı, aklî zaruret (zarûretu´1-akl) yoluyla idrak edilir. Boğulmak üzere olanları ve ölmek üzere olanları kurtarmanın, nimet verene şükretmenin ve doğruluğun güzelliğini bilmenin güzeî oluşu; nimete nankörlük etmenin (küfrân-ı nimet), suçsuza acı çektirmenin ve hiç bir amacı olmayan yalanın çirkin oluşu böyledir.
b) Bırkısmı da aklî inceleme (nazaru´l- akl) yoluyla idrak edilir. Bir zararı ihtiva eden doğrunun güzelliği ve bir yarar ihtiva eden yalanın çirkinliği böyledir.
c) Bazıları ise, Sem´ yoluyla İdrak edilir. Namaz, hac ve diğer ibadetlerin güzel oluşu böyledir. Mutezile, bunlann, -fahşaya engel olma ve tâate teşvik gibi-taşıdıklan zatî bir vasıf sebebiyle diğer fiillerden ayrıldığını, fakat aklın bunu tek başına idrak edemeyeceğini iddia etmiştir.
Biz diyoruz ki, birisinin ´Şu güzeldir´, "Şu çirkindir´ şeklindeki sözlerinin unlunu, gü/ellik ve çirkinliksin anlamı anlaşılmadıkça anlaşılamaz. Zira. güzellik ve çirkinlik lafızlarının kullanımında birbirinden fark 1 Hiç kullanım (ıstılah) vardır. Bu itibarla/önce bu kullanımları kısaca açıklamak gerekir.
1) Halka ait yaygın kullanım: Bu kullanıma göre fiiler;
a) Yapanın amacına uygun olan fiiller,
b) Yapanın amacına aykırı olan fiiller,
e) Yapanın amacına ne uygun ne aykırı olan fiiler olmak üzere üç kısma ayrılır.
Yapanın amacına uygun düşen fiiler, ´güzel´, aykırı olanlar ´çirkin´, ne uygun ne aykırı olanlar ise ´abes (boş, faydasız)´ olarak adlandırırlar. Bu kullanıma göre, fiil bir şahıs için uygun başka bir şahıs için aykırı ise, bu durumda bu fiil, uygun düşen açısından güzel, aykırı düşen açısından çirkindir. Mesela büyük bir hükümdarın öldürülmesi, hükümdarın düşmanları açısından güzel, dostları açısından ise çirkindir.
Bu anlayışta olan kişiler, kendi amaçlarına aykırı olduğu zaman, Allah´ın fiilini dahi çirkin görmekten çekinmezler. Bu yüzden feleğin, hiç bir gücü olmayan bir emir kulu olduğunu bildikleri halde, ´Yuvan yıkılsın felek!´, ´Kahrolasıca zaman!´ diyerek felek ve zamana (dehr) söverler. Bunun için Hz. Peygamber "Dehr´e sövmeyin! Allah, o dehr´in kendisidir"[1] demiştir.
Bunlara göre, güzel ve çirkin isimlerinin fiiler hakkında kullanımı, şekiller (suver, tip) hakkında kullanımı gibidir. Mesela bir şahsın tip veya sesinden hoşlanan kişi, bunun güzelliğine hükmeder. Öyle şahıslar vardır ki, bazı tabiatlar onlardan hoşlanır, bazıları nefret eder. Dolayısıyla aynı şahıs birine göre güzel, diğerine göre çirkin olabilir. Yine bazı insanlar esmer rengi güzel bulurken, bazıları çirkin bulur. Demek oluyor ki bunlara göre, güzellik ve çirkinlik, uygunluk (muvafakat) ve aykırılıktan (münâleret) ibaret olmaktadır. Uygunluk ve aykırılık ise sübjektif (izafî) olup siyah ve beyaz gibi değildir. Çünkü bir şeyin, Zeyd´e göre siyah, Amr´a göre ise beyaz olması tasavvur olunamaz.
2) Şer´in, yapanını övmek suretiyle güzel gösterdiği şeyin güzel olduğunu söylemek.
Buna göre, amaca uygun veya aykırı olsun, Allah´ın fiili her halükârda güzeldir. Şer´an, gerek nedb (mendup) gerekse îcâb (vacip) olarak, emredilen şeyler güzeldir. Mübâh ise güzel olmaz.
3) Failinin, yapabilme hakkı ve yetkisi olan her fiil güzeldir.
Bu kullanıma göre mubah, emredilen şeyler gibi gü/.cldir. Allah´ın fiili de her halükarda güzeldir.
Bu anlamların üçü de sübjektif vasıflardır ve hepsi de ma´kûldür. Güzel´i bu [I, 57] üç anlamdan her hangi birine göre kullanan kişiye bir kısıtlama getirilemez. Çünkü lafızlar hususunda tartışma olmaz. Buna göre, eğer Şer´ (şer´î bildirim) varid olmamışsa, bir fiil diğerinden ancak uygun düşme ve aykırı olma yoluyla ayrılabilir. Uygunluk ve aykırılık ise fiilin zatî bir vasfı olmayıp, bakış açılarına göre değişebilir.
Denirse ki:
Biz sizinle, ne bu sübjektif durumları ve ne de üzerinde anlaşma sağladığınız ıstılahlar hususunda tartışıyoruz. Fakat biz, zulüm, küfrân-ı nimet, yalan, cehalet vb. gibi bazı şeylerdeki güzellik ve çirkinliğin, güzel ve çirkin´in, aklın zarureti ile idrak edilebilen zatî bir vasfı olduğunu iddia ediyoruz. Bunun için de, çirkin oluşları yüzünden bu şeylerden hiçbirini, Allah hakkında caiz görmüyoruz ve bunları Şer´in varid olmasından önce de akıllı kişilere haram sayıyoruz. Çünkü bu gibi şeyler, özleri itibariyle çirkindir. Akıllıların tamamı, herhangi bir duruma izafe etmeksizin, her halükarda, bunların yok edilmesinde hemfikir oldukları halde, bizim görüşümüze nasıl karşı çıkılabilir!?
Deriz ki:
Siz bu ifadenizle üç hususu tartışma gündemine getirmiş oluyorsunuz:
a) Çirkinliğin zatî bir vasıf olduğu,
b) Bunun, akıllıların zaruri olarak bileceği şeylerden olduğu,
c) Akıllılar şayet bu hususta ittifak ederlerse, bu durumun, onun zaruri oluşuna kesin bir hüccet ve delil olacağı.
a) Çirkinliğin zatî bir vasıf olduğu iddiası, makul olmayan bir gerekçeyle verilmiş keyfi hükümdür (tahakküm). Nitekim onlara göre, öldürme, öncesinde bir cinayet bulunmaması ve arkasından bir bedel (ivaz) gelmemesi şartıyla, bizatihi kötüdür.[2] Zaten hayvanların kesilmesi ve avlanması da faydalanma gerekçesiyle caiz olmaktadır. Allah´ın buna izin vermiş olmasa Allah açısından çirkin değildir.
Çünkü Allah, onları buna karşı ödüllendırecektır.
Halbuki öldürmenin bizatihi bir hakikati olup, bu hakikat, öncesinde bir cinayet bulunmasına veya arkasından bir yarar (lezzet) gelmesine göre değil, ancak, faydalara ve amaçlara nisbetle değişebilir. Aynı şekilde yalan da bizatihi kötü olamaz. Şayet yalan, -yerini onu öldürmek isteyen bir zalimden gizlemek suretiyle-, bir peygamberin hayatını kurtarma amacına yönelik ise, güzel, hatta vâcib olur ve (erkeden günahkar olur. Zatî vasıf, durumlara göre nasıl değişebilir! (Yani güzellik ve çirkinlik, fiilin zatî vasfı olsaydı, bu şekilde değişemezdi)
b) Çirkinliğin akillılarca zarurî olarak idrak edileceği iddiası; .
Biz sizinle bu hususu tartışabildiğimize göre, bunun zarurî olduğu nasıl tasavvur olunabilir! Zaruri olsaydı hiç tartışmaya girmeksizin bizim de kabullenmemiz gerekirdi. Zaruri olan bir hususta, bunca akıllı insan tartışmaz.
Sizin "Siz zorunlu olarak biliyorsunuz ve buna muvafakat ediyorsunuz; Fakat tıpkı Ka´brnin[3] haberin mütevatirliği bilgisinin dayanağının inceleme/düşünme (nazar) olduğunu zannetmesi gibi, siz de bilginizin dayanağının Sem´ (Şâri´den duyma) olduğunu zannediyorsunuz. Halbuki bilmenin kaynağında (müdreku´1-ilm) kapalılık ve karışıklık olabilir; bilginin (marifet) kendisinde ihtilaf etmek İse oldukça uzaktır. Bunda ihtilaf olmaz" şeklindeki sözlerinize karşı da şunları söyleriz;
Bu, tutarsız bir sözdür. Çünkü biz, Allah açısından, hayvanlara acı vermek güzeldir diyoruz, fakat bunun hayvanlar için bir cerime veya sevab olduğu kanaatinde değiliz. Bu da gösteriyor ki, biz sizinle bizzat bilginin kendisi hakkında tartışıyoruz.
c) Üçüncü iddianıza gelince; biz, akıllıların bu konuda hemfikir olduklarını kabul etsek dahi, bu ittifak çirkinliğin zaruri I iği ne bir hüccet olmaz. Zira, akıllıların buna mecbur oldukları kabul edilemez. Aksine bu ittifakın, zaruri olmayan bir şey üzerinde vuku bulmuş olması da mümkündür. Nitekim, insanlar, Yarattcı´nın İsbatı ve peygamber göndermenin cevazı hususunda ittifak etmiş, buna çok az kişi muhalefet etmiştir. Şayet, bunlar da çoğunluğa tabi olsalar bile, bu husus yine de zaruri olmaz.
Aynı şekilde, insanların bu inanç üzerinde ittifak etmeleri farklı hareket noktalarına dayanabilir. Kimileri, bu şeylerin çirkinliğine delalet eden Sem´ delilinden hareketle; kimileri, doğrudan sem´î delilden hareketle değil, Sem´ deliline gö- İh 58] re davrananların yorumuna uyarak; kimileri de, dalalet ehli için varid olan şüpheden hareketle bu inanca ulaşmış olabilir. Bu farklı sebebler sonucunda oluşan it-lifak, bunun zarurî olduğuna delalet etmediği, gibi bunun hüccet olduğuna da delalet etmez. Hatta şayet Şer´, özellikle bu ümmetin toptan yanlışa düşebilme imkanını kaldırmasaydı, bu ittifak hüccet bile olmazdı. Zira herkesin taklid´den ve şüpheden kaynaklanan bir yanlışa düşmesi uzak ihtimal değildir. Mülhidler arasında bu şeylerin çirkinliğine, zıtlannın güzelliğine kanaat getirmeyen kimseler varken akıllıların ittifakı nasıl iddia edilebilir!
Onlar (mutezile), şöyle bir gerekçeye dayanmışlardır:
Biz kesinlikle biliyoruz ki, bir kişi açısından doğru söylemek ve yalan söylemek eşit olsa, bu kişi eğer akıllı ise, doğruluğu tercih edip ona yönelir. Bu ancak doğruluğun güzelliği sebebiyledir. Nitekim, bölgeleri istila eden büyük bir hükümdar ölmek üzere olan zayıf birini görse, kendisi, sevap umabileceği hiç bir dine inanmıyor olsa da, ondan bir karşılık ve teşekkür beklemeksizin ve üstelik amacına uygun düşmediği ve hatta bu yüzden yorulabileceği halde onu kurtarmaya meyleder. Hatta akıllılar küfür kelimesini söylemeye, sırrı ifşa etmeye ve haddizatında amacına aykırı olan anlaşmayı bozmaya zorlanan kişinin ölümü göze almasının güzel olduğuna hükmederler. Kısaca, mekarim-i ahlakın ve nimete boğulmanın güzel karşılanması, -körükörüne inatçılık etme durumu hariç-, hiç bir akıllının İnkar edemeyeceği şeylerdendir.
Cevap:
Biz bu yargıların halk arasında yaygın olduğunu ve yaygın kabul görüp övüldüğünü inkar etmiyoruz. Fakat bu kanaatlerin dayanağı, ya bir dine inanma (et-tedeyyün bi´ş-şerâi´) veya belli amaçlardır. Allah açısından bu gibi amaçlar söz konusu olmadığı için, biz bu yargılan Allah hakkında kabul edemeyiz. İnsanların bu lafızları kendi aralarında cereyan eden hususlarda kullanmaları ise amaçlar doğrultusunda sürüp gider. Fakat bazan bu amaçlar dakîk olup, gizli kalabilir ve bunları ancak muhakkik (araştırmacı) kişiler farkedebilir. Biz bu konuda yanılgıya düşülebilen yerlere dikkat çekmek istiyoruz. Vehmin yanılgıya düşebildiği belli başlı üç nokta vardır.
Birinci yanılgı:
İnsan, başkasının amacına uygun düşmekle beraber kendi amacına aykın olan bir şeye, diğer kişiyi dikkate almaksızın kötü diyebilir. Zira her tabiat, kendi nefsine düşkün olur ve başkalarını hakir görür ve dolayısıyla da kendi amacına aykırı olan şeyin mutlak olarak çirkinliğine hükmeder. Bu yargının menşei, başkalarını, hatta bizzat kendisinin bazı durumlarını hesaba katmamaktır. Nitekim, insan, bazı durumlarda, daha önceden çirkin saydığı bir şeyi, amaç değiştiğinde, güzel bulabilir.
İkinci yanılgı:
Bütün durumlarda maksada aykırı olup sadece nadir bir durumda aykırı olmayan şeyi, vehim, -bu nadir durumu göz önüne almayarak hatta hatırına bile getirmeyerek- bütün hallerde aykın görür ve mutlak olarak onun çirkinliğine hükmeder. Çünkü o şeyin çirkinlik halleri kalbini kaplamış ve nadir durum hatırından gitmiştir. Mesela insanın, yalanın çirkinliğine mutlak olarak hükmetmesi böyledir. Halbuki, böyle hükmederken, bir peygamberin veya velinin hayatını kunarabilccek yalanı hiç göz önüne almamıştır.
Bir kimse bir şeyin çirkinliğine mutlak olarak hükmedip, bu hal üzere devam etse ve bu hüküm onun kulağında ve dilinde tekrarlanıp dursa, artık o kişinin nef- [i 591 sinde ´nel´rel ettirici bir çirkin bulma´ iyice yerleşir. Şayet, bu nadir durum vuku bulacak olursa, uzun müddet ´çirkin bulma´ üzerinde kalıp yetiştiği için nefsinde ona karşı bir yadırgama (nefret) hisseder. Çünkü, çocukluğundan beri kendisine, terbiye ve eğitim yoluyla, yalanın hiç kimsenin yeltenmemesi gereken çirkin bir şey olduğu telkin edilmiştir. Bu telkin yapılırken de, yalanın bazı durumlarda güzel olabileceğine dahi dikkat çekilmemiştir ki, yalana karşı nefreti, iyice yerleşsin ve ´nasıl olsa yalan çoğunluk hallerde çirkindir; bazan güzel de olabilir´ diyerek ona yeltenmesin. Çocuklukta bir şeyi duymak, taş üzerine nakış işlemek gibidir. Çocuklukta duyulan şeyler, nefiste kök salıp yerleşir ve kişi, onu mutlak olarak tasdike yatkınlasın Bu böyledir, fakat mutlak olarak değil, çoğunluk durumlarda. Eğer kişinin hatırında yalnızca ´çoğunluk durumlar´ varsa, bu çoğunluk durumlar kişi açısından ´bütün durumlar´ gibi olur ve bu yüzden ona mutlak olarak inanır.
Üçüncü yanılgı:
Bu yanılgının sebebi, vehmin, hemencecik yanılsama´ya (aks) hükmetmesi-dir. Bir şey, bir şeye bitişik olarak görülünce, vehim, daha özelin, sürekli olarak, daha genele bitişik olduğunu ve daha genel´in ise, daha özel´e bitişik olması gerekmediğini dikkate almaksızın, o şeyin de diğerine bitişik olduğunu zanneder. Yılan tarafından sokulmuş olan normal bir insanın nefsinin, yılanı andıracak şekilde çeşitli renklerle boyanmış bir sicimden kaçması bu tür yanılgı için bir Örnek olabilir. Çünkü bu kişi, çektiği acıyı bu şekil ile birlikte görmüş ve bu şeklin de acı ile birlikte bulunacağı vehmine kapılmıştır. Aynı şekilde, nefis, dışkıya benzettiğinde, baldan kaçınır. Çünkü tiksintiyi, sarı bir yaşlıkla birlikte görmüş ve dışkının sarı yaşlık ile birlikte bulunacağı vehmine kapılmıştır. Vehim öyle bir üstünlük sağlamıştır ki, kişi, bu vehmin asılsız olduğuna hükmetse bile, balı yemekte zorlanır. Fakat her ne kadar vehimlerin gerçekliği olmasa da, nefsin kuvvetleri, bu vehimler tarafından kolayca yönlendirilebilecek biçimde yaratılmıştır. Hatta kişinin yapısı (tab1), yahudi ismi verilmiş güzel bir kadından bile kaçar. Zira, bu ismi, çirkinlikle bitişik olarak görmüş ve çirkinliğin isme bitişik olduğunu zannetmiştir. Bunun içindir ki, sıradan halk kesiminden birine önemli aklî bir mesele serdettiğinde, onu hemen kabul eder. Ancak bu görüşün Eş´arîlere veya Hanbelîlere veya Mutezilîlere ait olduğunu söylediğinde, eğer bunlar hakkındaki kanaati olumsuz ise, bu görüşü onaylamaz. Bu aslında özellikle sıradan halkın yapısı olmayıp, ilimle muttasıl" olan pek çok akıllının yapısı da böyledir. Ancak, Allah´ın kendilerine doğruyu doğru olarak gösterdiği ve bu doğruya uymalarını takviye ettiği râsih alimlerin yapısı böyle değildir. Halkın çoğu ise, bir gerçekliği olmadığını bilmekle beraber, vehmin, nefislerini yönlendirmesine karşı koymazlar. Halkın yöneliş ve kaçınışlarının çoğu bu vehimler sebebiyledir. Çünkü vehim, nefis üzerinde etkili olabilmekte ve onu ele geçirebilmekledir. Bunun içindir ki, insan, kesinlikle harekel edemeyeceğini bildiği halde, içinde ölü bulunan evde gecelemekten kaçınır. Ölünün hareket edemeyeceğini bilmekle beraber, adeta her an hareket edebileceğini ve konuşabileceğini tevehhüm eder.
Tekrar konumuza dönersek; hiçbir dine inanmayan açısından, düşkün birini kurtarmanın, yüzüstü bırakmaya ağır basması, hemcins olmanın verdiği kalp inceliğiyle, bir İnsanın başına gelmiş bulunan sıkıntıyı gidermek içindir. Bu davranış, insanın yapısı gereğidir. Bunun sebebi, insanın kendisini bu musibete duçar olmuş, diğerini de kendisine yardım elini uzatmayan ve kendisinden yüz çeviren biri olarak takdir etmesi´ve -o durumda iken- amacını aykırılığı sebebiyle bu tavrı çirkin görmesidir. Daha sonra gerçek hayata dönerek, ölmek üzere olan düşkün kişinin aynı çirkin görmeyi kendisi hakkında yaptığını takdir eder ve tevehhüm fi 601 ett´S´ DU çirkinliği kendi nefsinden giderir. Bu, bir hayvan hakkında veya kalp inceliği olmayan biri hakkında varsayılsa, aynı şeylerin tasavvuru uzak İhtimaldir. Eğer tasavvur edilse bile, başka bir şey söz konusu olur ki, bu da yaptığı iyiliğe karşı övülme İsteğidir. Eğer kalp inceliği olmayan bu adamın, kurtarıcının kendisi olduğunun bilinmediği, fakat bilinme beklentisi bulunan bir yerde olduğu varsayılsa, bu beklenti itici bir sebeb olabilir. Bu kişinin, bilinmesi imkansız bir yerde olduğu varsayılsa bile, nefsin yardım etmeye olan meyli kaybolmaz. Bu kişinin durumu, normal kişinin yapısının, çeşitli renklere boyanmış ipten kaçmasına benzer. Şöyle ki, bu kişi, bu suretin (kurtarma işinin), Övülmeye bitişik olduğunu görmüş (yani birini kurtardığında övülmeyi yaşamış) ve övülmenin her halükarda bu suret ile birlikte olduğunu zannetmiştir. Aynı şekilde yılana benzetilmiş ipten kaçan kişi acının ip şekliyle bitişik olduğunu görmüş, yapısı acıdan nefret ettiği için, acıya bitişik olan şeyden de nefret etmiştir. Lezzetli bir şeye bitişik olan lezzetli; kerih bir şeye bitişik olan da kerihtir. Hatta insan, aşık olduğu kişi ile bir yerde oturmuş olsa, daha sonra oraya gittiğinde oranın diğer yerlerden farklı olduğunu nefsinde hissedecektir. Bunun için şair şöyle demiştir:
Ben diyarlara, Leyla´nın diyarı diye uğruyorum; Bu duvarı şu duvarı öperek. Benim kalbimi meftun eyleyen bu diyarlar değil, Fakat, bu diyarlarda oturanın sevgisİdir.
Yine ibnu´r-Kumî´ vatan sevgisinin sebebine dikkat çekerek şöyle demiştir:[4]
İnsanlara vatanlarını sevdiren, Kahramanlannı, orada yarattığı destanlardır. Vatanlarını yad ettiklerinde, oradaki çocukluk Zamanlarını hatırlayıp, ona özlem duyarlar.
Bu hususa delalet eden örneklerin sayısı çoğaltılabilir. İşte bütün bunlar, vehmin hükümlerindendir.
Küfür kelimesini terk uğruna, nefsi mutmain olarak, ölümü göze almaya gelince, şayet Şer´ olmasaydı, akıllıların hepsi bunu güzel bulmayıp, belki de çirkin bulurlardı. Bunu ancak, ölümü göze alışına karşı sevab bekleyen veya buna karşılık kahramanlık veya din hususunda salabet ile anılıp övülmeyi bekleyen kişiler güzel bulur.
Tehlikeye atılan ve güç yetiremeyeceğini bildiği halde sayıca kendisinden fazla olan düşmana hücum eden ve onlardan kendisine erişecek elemi önemsemeyen nice kahramanlar vardır ki, bunu sırf, ölümden sonra bile olsa, övülmeyi tevehhüm ettikleri için yapmışlardır.
Sırrın gizlenmesi, ahdin korunması da aynı şekilde, taşıdıktan maslahatlar sebebiyle insanlar tarafından birbirlerine tavsiye edilmiş ve insanlar böyle davrananları övmüşlerdir. Bu hususta zararı yüklenen kişi, bunu övülmek beklentisiyle yapar. Övülmenin olmadığı bir yer varsayılsa, bu iş yine Övülme ile bitişik olarak bulunur ve vehmin, lezzetli ile bitişik olana -her ne kadar bu iş lezzetden hali olsa da- meyli baki kalır.
Eğer, bu vehmin etkisi altında kalmayan, sevab ve övülme beklentisi olmayan biri varsayılsa, bu kişi, nefsini faydasız bir şey uğruna ölüme atmayı çirkin bulur ve böyle yapanlan kesinlikle ahmak sayar. Bu gibi insanlann ölümü hayata tercih edecekleri düşünülemez. Yalan ve varsaydıklan diğer bütün hususlar hakkındaki cevabımız bu minval üzeredir.
Sonra deriz ki: [1,61]
Biz, normalde insanların, birbirleri hakkında zulüm ve yalanı çirkin gördüklerini inkar etmiyoruz. Ancak, bizim tartışmamız, Allah´a izafetle çirkinlik ve güzellik hakkındadır. Buna hükmeden kişinin dayanağı, gaibi şahit üzerine (görülmeyeni görülene) kıyas etmektir. Bu şekilde bir kıyas nasıl yapılabilir! Efendi, şayet köle ve cariyelerini birbirlerine düşecek halde bırakıp, engellemeye gücü yettiği halde, bunların kötülük işlemelerine seyirci kalırsa, bu davranış efendi açısından çirkin olur. Halbuki, Allah kullarını serbest bıraksa, bu tutum O´nun hakkında çirkin olmaz. Onların (Mutezilenin), ´Allah onları, kötülüklerden kendi başlarına uzak dursunlar ve bundan dolayı sevaba hak kazansınlar diye serbest bırakmıştır´ şeklindeki sözleri boş laftır. Çünkü O, onların kötülüklerden uzak durmayacaklarını bilmektedir; bu durumda onlara kahren mi engel olacaktır! Ac-ziyet ve güçsüzlük sebebiyle kötülüklerden uzak duran nice insanlar vardır ve bu durum, kötülükten vazgeçmeyeceklerini bile bile onlara imkan vermekten daha güzeldir.
Mesele: Nimet Verene Şükretmek Uklen Zorunlu Mudur?
Mutezilenin aksine, nimet verene şükretmek aklen zorunlu (vâcib) değildir. Bunun delili, Allah´ın vâcib kılıp emrettiğinden ve terkine ceza tehdidi getirdiğinden başka vâcib olmamasıdır. Bu yönde bir hitab olmayınca, vücubtan bahsedilemez.
Bu konuda sözün özü şudur:
Akıl, nimet verene şükretmeyi, ya bir fayda için ya da bir fayda amacı olmaksızın gerektirir. Aklın bunu bir fayda olmaksızın gerektirmesi imkansızdır (muhal); çünkü aklın faydasız bir şeyi zorunlu görmesi abes ve sefihliktir. Eğer akıl şükretmeyi bir fayda için gerektiriyorsa; bu fayda, ya Mabûd´a yöneliktir -ki, bu İmkansızdır, çünkü Ma´bûd, bütün amaçlardan yüce ve mukaddestir- ya da kula yöneliktir; kul için bu faydanın gerçekleşmesi de ya dünyada ya da ahırettedir. Şükretmenin, dünyada kul için bir faydası yoktur; aksine, kul, inceleme, düşünme, bilme ve şükretme uğraşısı sebebiyle yorulur ve bu yüzden birtakım şehvet ve lezzetlerden mahrum kalır. Şükretmenin, ahırette de ona faydası dokunmaz. Çünkü sevab, Allah´ın bir lütfü olup, Allah´ın vaadi ve haberiyle bilinir. Eğer kendisine bu yönde bir haber verilmemişse, kut, nimete şükretmesine karşılık kendisine sevab verileceğine nereden bilsin!
Burada, kulun, küfrân-ı nimet ettiğinde ve yüz çevirdiğinde, belki cezalandırılacağını hatırına getirebileceği ve aklın da, emniyet (kurtuluş) yoluna girmeye davet ve sevk edeceği söylenecek olursa, deriz ki; hayır! İş böyle değildir. Tam tersine, akıl kurtuluş yolunu gösterir ve sonra tab´, o yola girmeye teşvik eder. Çünkü her insan, kendi nefsini sevme ve elemi kerih görme üzerine yaratılmıştır.
Sizin ´Akıl, davet (ve sevk) edicidir´ sözünüz de yanlıştır. Bunun doğrusu; aklın, ´doğru yolu gösterici (hâdî)* olmasıdır. Sevkediciler ve davet ediciler ise, aklın hükmüne tabi olarak nefisten fışkırır.
Yine siz, ´insan, özellikle şükür ve marifete karşılık sevab alabilir´ sözünüzde de yanılgıya düştünüz. Çünkü bu düşüncenin dayanağı, şükür tarafında, şükrü küfrandan ayıran bir amacın tevehhüm edilmesidir. Halbuki şükür ve nankörlük Allah Teâlânın ululuğuna nisbetle eşittir. Dahası, vehim kapısı açılacak olursa, belki de kişi, şükretse ve üzerinde düşünse bile nimetlerin sebeblerini Allah hazırladığı için, Allah´ın yine de kendisine ceza verebileceğim hatırına getirebilir. Belki de Allah onu refaha ulaşsın ve türlü nimetlerden yararlansın için yaratmıştır; dolayısıyla kişinin kendisini sıkıntıya sokması, Al I ah in mülkünde O´nun izni olmaksızın tasarrufta bulunmaktır.
Onların (Mutezilenin) iki şüphesi (delil) vardır:
Birincisi; ´Akıllıların, şükrün güzelliği ve küfranın çirkinliği hususundaki ittifaklarını inkara yol yoktur´ sözleridir.
Bu söz doğru kabul edilebilir (müsellem), fakat kendi haklarında. Çünkü onlar, şükretmekten hoşlanıyor, rahatlık duyuyorlar; nankörlük sebebiyle de üzülüyorlar. Halbuki, Allah Teâlâ açısından bu ikisi birbirine eşittir. Dolayısıyla masi-yet ve taat de Allah açısından eşittir. Şöyle ki;
a) Evinin bir köşesinde ellerini oğuşturarak krala yakınlaşmaya çalışan kişi, n 62] kendisini küçük düşürmektedir. Kulların ibadeti de Allah in celaline nisbetle rütbe bakımından bundan daha aşağıdır.
b) Kralın, açlıktan Ölmek üzere olan birine bir ekmek kırıntısı tasadduk etmesi ve bu kişinin bölgeleri dolaşıp insanların toplandığı yerlerde, krala bu iyiliğinden dolayı teşekkür etmesi, krala nisbetle çirkin ve aşağılayıcıdır. Allahın, kullarına olan nimetleri, makduratına oranla, ekmek kırıntısının kralın hazinesine olan nisbetinden daha da azdır. Çünkü, kralın hazineleri sonlu olduğu için, bu kırıntıların emsali ile tükenebilir. Halbuki Allah´ın makduratı, kullarına verdiğinin kat kat fazlası ile dahi son bulmaz.
îkinci şüpheleri de, onların "Vücub kaynaklarını Şer´e hasretmek peygamberlerin susturulmasına yol açar. Çünkü peygamberler mucize gösterdiklerinde, (dine) çağırılanlar derler ki: ´Sizin mucizelerinizi bakmak (itibara almak), bize ancak Şer´ vasıtasıyla vâcibtir; yoksa ki, Şer´, sizin mucizelerinize bakmamız (İn-ceİememİz) yoluyla sabit olmamaktadır. Siz, Önce, mucizeye bakmamız gerektiğini bize isbat edin ki, öyle bakalım. Bakmadıkça da, bakmamız gerektiğini anlayamayız´. Görüldüğü gibi bu anlayış kısır döngüye yol açmaktadır" şeklindeki sözleridir.
Bu şüpheye iki yönden cevab verilebilir:
a) Birinci cevab, işin özü (tahkik) yönündendir. Siz, bizim, Şer´in kabul edilip yerleşmesinin, bakma´ya (inceleme) bağlı olduğunu savunduğumuzu zannet-^mekle yanılgıya düştünüz. Zira, vacibin bir manası vardır; o da, bilinen veya vehmedilen bir zararı gidermek suretiyle, yapılması yapılmamasına ağır basan şeydir. Vücubun anlamı da, yapmanın yapmamaya ağır basmasıdır. Vacib kılan (Mûcib), ´müreccih´tir (ağır bastıncı). Müreccih, Allah´tır; Peygambere öğreten ve ona, küfrün öldürücü bir zehir, masiyetin hastalık, taatin da şifa olduğunu insanlara öğretmesini emreden de O´dur. Allah müreccih, Peygamber ise haber vericidir (muhbir). Mucize, akıllıya tercihi bilme imkanı veren sebeb´tir. Akıl ise tercihi haber verenin doğruluğunu bilmenin aracıdır. Azabtan acı duyma, sevaptan hoşlanma üzere yaratılmış olan tab´ (insan tabiatı) ise, zarardan sakınmaya teşvik eden ´sâik´tir (bâis, iç etken). Hitap geldikten sonra, tercih demek olan vacip kılma (icab)oluşur. Mucize ile teyid edilmek suretiyle de, inceleme yapan akıllı hakkında tercih imkanı doğar. Zira akıllı, bununla rüchâm bilmeye muktedir olur.
Yukarıda geçen ´Bilmedikçe bakmam, bakmadıkça da bilemem´ sözü için şöyle bir örnek verilebilir: Baba, çocuğuna ´Arkana bak! arkanda, eğer dikkat etmezsen, sana saldırmak üzere olan yırtıcı bir hayvan var´ dese, çocuk da, ´Arkaya dönmemin gerektiğini bilmedikçe, dönmem. Arkamda yırtıcı bir hayvan olduğunu bilmediğim sürece, arkama dönüp bakmam gerekmez. Arkama dönmedikçe de orada yırtıcı bir hayvan olduğunu bilemem´ diye karşılık verse, baba ona, ´Sen bilirsin, arkana dönmeyi terketmen sebebiyle Ölürsün ve bunda mazur da değilsin; çünkü inadı bırakıp arkana dönmeye muktedirsin der.
Peygamber de aynı şekilde der ki: ´Ölüm arkanda. Eğer inanmayı ve taati terketmişsen sonrasında eziyet veren böcekler ve çok acı azap vardır. Bunu, gösterdiğim mucizeye en ufak bir bakışla anlayabilirsin. Eğer bakıp da itaat edersen kurtulursun. Gafil davranıp yüz çevirirsen, Allahın sana da ameline de ihtiyacı yok. Sen kendi kendine zarar vermiş olursun´. Bu yaklaşımda bir çelişki veya kısır döngü söz konusu değildir.
[I, 63] b) İkinci cevabı, onlara kendi görüşlerinde hareketle vereceğiz. Onlar, aklın mûcib (gerektirici) olduğunu söylemişlerdir. Halbuki akıl, özü itibariyle, hiç kimsenin ayrılamayacağı zaruri bir İcabı gerektirmez. Çünkü, eğer böyle olsaydı, hiç bir akıllının aklı, vücubu bilmekten hali olamazdı. Aksine vücubun bilinebilmesi için, kafa yorma ve düşünme gereklidir. Şayet kişi, inceleme (nazar) yapmazsa, incele´menin vacipliğini de bilemez, incelemenin vacipliğini bilmediği zaman da inceleme yapamaz. Bu durum, yukarıda geçtiği gibi, kısır döngüye götürür.
Denirse ki:
Akıllı insan, şu iki şeyi düşünmekten kendini alıkoyamaz:
a) Araştırıp düşünerek şükrettiği takdirde ödüllendirileceği,
b) Araştırmayı terkettiği takdirde cezalandırılacağı. Bunun hemen peşinden, kurtuluş yoluna girme düşüncesi belirir.
Deriz ki:
Bu düşünce hatırına gelmeksizin üzerinden yıllar geçmiş, hatta, ´Madem ki Allah açısından bu ikisinden biri diğerinden ayrı değildir; o halde, ne bana ne de Ma´bud´a faydası olmayan şeyler yüzünden niye nefsime eziyet edeyim´ düşüncesine sahip olan nice akıllı kişiler vardır. Ayrıca, eğer bu iki düşünceden ayrı olmamak, bilmeye imkan verme hususunda yeterli olsaydı, Peygamber gönderilip,
mucize göstermek suretiyle davet ettiği zaman, bu düşüncelerin oluşması daha kolay olurdu. Hatta, Peygamberin uyan ve sakındırmasından sonra, bu düşünce akıldan hiç çıkmazdı.
Biz, İnsan korkuyu hissettiği zaman, tab´mın onu kaçınmaya teşvik edeceğini inkar etmiyoruz. Bu hissetme de zaten, akıldan doğan teemmül sayesinde olmaktadır. Her ne kadar, kimileri vücubun göstericisini (muarrifu´l-vücûb), mûcib olarak isimlendirmişlerse de bu, mecazi bir kullanımdır. Kendisinde mecaz bulunmayan gerçek ise, mûcib´in Allah olduğudur. Yani, Allah, yapmayı terketmeye icrcih ettirendir; Peygamber, haber veren´dır; Akıl ´tarif eden´dir; Tab´, \scvke-den´dir (bâis) ve mucize, ´tarifi mümkün kılan´dır.
En iyi bilen Allahtır.
Mesele: (Şer´in Varid Olmasından Önce Fiillerin Hükmü)
Mutezileden kimileri, Şer´İn vürudundan önce fiillerin *mübahlık ´ (ibâha) üzere olduğu; kimileri, ´haramlık´ (hazr, yasaklık) üzere olduğu; kimileri de ´belirsizlik´ (vakf) üzere olduğu görüşündedir. Herhalde bunlar, bununla, yukarıda açıklanan mezheblerine uygun olarak, gerek zarurî gerekse nazarî olarak, aklın güzellik ve çirkinliğine hüküm veremediği hususları kastetmişlerdir. Bu görüşlerin hepsi de batıldır.
Biz diyoruz ki; mübâh, ilmin bir bilen, zikrin bir zikreden gerektirmesi gibi, bir mübah-kilan (mübîh) gerektirir. Bu mübah-kilıcı, hitabiyla, yapma ve yapmama arasında muhayyer bırakan, Allah´tır. Eğer herhangi bir hitap yoksa, muhayyer bırakma (tahyir) olmayacağı gibi, ´ibâha´ da yoktur. Eğer, bir şeyin mubah oluşuyla, yapma ve yapmama hususunda herhangi bir sıkıntının olmadığını kastediyorlarsa, anlamda İsabet etmişler, fakat lafızda hata etmişlerdir. Çünkü yapıp-yapmadıklarında herhangi bir sıkıntı olmadığı halde, hayvanın, çocuğun ve delinin fiili mübahlık ile vasıflanamaz. Fiiller, yani Allah´tan sadır olan fiiller, terki hususunda Allah açısından bir sıkıntı olmadığı halde ´mubah´ olarak nitelendirilemez. Fakat muhayyer bırakacak olan´m, muhayyerlik tanıması söz konusu değilse, ibaha da yok demektir. Bir cüretkar, ibaha ile sadece ´sıkıntıyı kaldırmayı´ kastederek, mubah ismini Allah´ın fiilleri için kullansa, her ne kadar ifade biçimi hoş karşılanmasa da, bu kişi anlamda isabet etmiştir.
Denirse ki:
Mubah kılan (mübîh) akıldır. Çünkü akıl, yapjp-yapmama hususunda muhayyer bırakmaktadır. Şöyle ki, akıl, çirkini haram, güzeli vâcib kılmakta, ne güzel ve ne de çirkin olan hususlarda ise muhayyer bırakmaktadır.
Deriz ki:
Biz, aklın güzel bulması ve çirkin bulması anlayışının yanlışlığını gösterdik.
Bu görüş de ona dayandırıldığına göre bu da yanlıştır. Diğer taraftan, aklın mübîh olarak İsimlendirilmesi, tıpkı mucib olarak isimlendirilmesi gibi mecazdır. Akıl, tercihin varlığını ve yokluğunu gösterir. Bir şeyin vâcib olmasının anlamı, onun yapılmasının, lerked il meşine ağır basmasıdır. Akıl bunu gösterir. Bir şeyin mubah olmasının anlamı ise, ´tercihin olmayışadır. Akıl, mübîh değil tarif edi-ci´dir. Dolayısıyla müreccih veya eşitleyici değil fakat, üstünlüğü veya eşitliği göstericidir.
Sonra deriz ki:
Siz, "Şer´, aklın, güzelliğine ve çirkinliğine hükmedemediği her fiilin;
a) vâcib olduğu hükmünü getirebilir. Bu durum da o fiilin, aklın kendi başına idrak edemediği zatî bir vasıfla temeyyüz ettiğine, bu vasıf sebebiyle fahşadan nehyeden ve ibadete çağıran bir lütuf olduğuna ve Allah´ın bunu o yüzden vâcib kıldığına delalet eder.
b) haram olduğu hükmünü getirebilir. Bu da, o fiilin, aklın tek başına idrak edemediği fahşaya çağıran zatî bir vasıfla mütemeyyiz olduğunu gösterir. Allah bunun bilgisini kendine has kılmıştır" diyerek yapma ve terkelmenin eşitliğini inkar eden kararsızların (ashabu´l-vakf) bu görüşünü hangi gerekçeyle kabul etmiyorsunuz. Onların görüşü budur.
Sonra da derler ki: Şer´in varid olmasından önce fiillerin ´haramlık´ üzere bulunduğunu söyleyenlere (ashabu´1-hazr) niçin karşı çıkıyorsunuz! Bunlar, ´Biz yapma ve terketmenin eşitliğini kabul etmiyoruz. Başkasının mülkünde, mülk sahibinin izni olmaksızın tasarrufta bulunmak çirkindir. O mülk sahibi de Allah´tır ve izin de vermemiştir´ demektedirler. Burada şayet, ´Eğer çirkin olsaydı, nehye-dilirdi ve Sem´ bununla varid olurdu. Sem´in varid olmaması onun çirkin olmayışını gösterir´ diyecek olurlarsa, biz, ´Şayet güzel olsaydı, yapılmasına izin verilirdi ve Sem´ bu izin ile varid olurdu. Madem ki Sem´ bununla varid olmamıştır; o halde bu onun güzel olmayışına delildir´ diye karşılık veririz. Bu defa da ´Allah Teâlâ bize onun yararlı olduğunu ve onda bir zarar olmadığını bildirince, ona izin vermiş olur´ denilebilir. Buna karşılık olarak da şöyle deriz; ´Mülk sahibinin bize, yemeğinin yararlı olduğunu ve onda bir zarar bulunmadığını bildirmesinin izin sayılması gerekir´. Bu defa da, ´Mülk sahibi bizim yüzümüzden zarara uğrayabilir; fakat Allah zarara uğramaz1. Allah´ın yaratıklarında tasarrufta bulunmak, Allah´a nisbetle, bir insanın aynasında, ona bakmak suretiyle, lambasında, onun ışığından yararlanmak suretiyle tasarrufta bulunmak gibidir´ denilebilir. Buna karşılık da şöyle deriz; ´Başkasının mülkünde tasarrufta bulunmak, izin vermemiş olması sebebiyle değil de, o kişinin zarara, uğraması sebebiyle çirkin olmuş olsaydı, izin vermiş olsa dahi eğer zarara uğruyorsa, yine çirkin olması gerekirdi. Kaldı ki, mülk sahibinin, ayna, gölge ve ışıktan yararlanmaya engel olması çirkin olduğu halde, Allah´ın, birtakım yiyecekleri kullarına yasaklaması çirkin değildir.
Eğer bu, kulun zarara uğraması sebebiyle olsaydı, kendisinde -aklın idrak edemediği ve tevkifin yasaklığını bildirdiği- gizli bir zarar olmayan hiç bir fiil tasavvur olunamazdı. Ayrıca şöyle de diyebiliriz; ortada, ´Eğer, Bârî, bizim tasarrufumuz sebebiyle zarara uğramıyorsa bu mubahtır´ şeklindeki sözünüz var. Bunu niçin söylediniz? Başkasının aynasını bir yerden başka bir yere nakletmek, sahibi bundan zarar görmüyor olsa bile, haramdır. Ancak, aynaya bakmak mübahlır. Çünkü, bakma aynada tasarruf değildir. Nasıl ki, Allah´a bakmak, göğe bakmak, bakılan şeyde tasarruf" değilse, aynı şekilde gölgelenmek duvarda; aydınlanmak da lambada tasarruf etmek değildir. Şayet birisi bu şeylerin bizzat kendisinde tasarrufta bulunsa, bu tasarrufun haram olduğuna hükmedilebilir. Ancak Sem´ bunun cevazına delalet ediyorsa bu takdirde haram olmaz.
Denirse ki:
Allah´ın, -tadlardan yoksun olarak yaratmaya da muktedir olduğu halde- o şeylerde tadlan ve zevki yaratmış olması, bizim onlardan yararlanmamızı istediğine delalet eder.
Deriz ki: ft fi5]
Eş´arîler ve Mutezilenin çoğunluğu o şeylerin, kendilerine kabiliyetli arazlardan yoksun olmasının imkansızlığı konusunda mutabıktırlar. Bu itiraz kabul edilse bile, tutarlı ve düzgün değildir. Belki de Allah onları, kendilerinden yararlanılsın için olmaksızın yaratmıştır. Hatta Allah alemi bütünüyle bir illet için olmayarak yaratmıştır. Yahut da belki Allah onları, -tıpkı, iştah duyulan çirkin şeylerin terkine karşılık sevab alındığı gibi- şehvete rağmen kaçınmanın sevabı idrak edilsin için yaratmıştır.
Şer´in vürudundan önce, fiilerin haramlık üzere bulunduğunu savunanların görüşlerinin (ashabu´1-hazr) butlanı daha açıktır. Zira bunların haramliğı ne aklın zarureti, ne de aklın delili ile bilinmektedir. Hazr´ın (haramhğin) anlamı, yapma tarafında bir zarar söz konusu olduğu için, terketme tarafını yapma tarafına tercih etmektir. Sem´ varid olmadığı ve akıl buna hükmedemediği halde, bu nereden bilinecektir! Hatta lezzetleri terketmek suretiyle acilen (dünyada) zarar da görebilecektir. Bu durumda fiilin terkedilmesi, yapılmasından nasıl daha evla (uygun) olacaktır!
Onların ´Bu, başkasının mülkünde, mülk sahibinin izni olmaksızın tasarrufta bulunmaktır ve bu çirkindir´ şeklindeki sözleri de tutarsızdır. Çünkü şayet, Şer´in haram kılması ve nehyetmesi olmasaydı ve bu konuda âdet hakem kılınmış olsaydı, biz bunun çirkin olacağını kabul etmezdik. Bu, mülkünde tasarrufta bulunulması sebebiyle zarar gören kimse hakkında çirkin olur. Aksine çirkin olan, zararsız şeylere engel olmaktır. Biz, çirkinliği idrakin hakikatinin, maksada aykırılığa raci olduğunu açıklamıştık. Bunun ise hakikati yoktur.
Kararsızların görüşüne gelince, eğer bunlar vakf (kararsızlık) derken, ?Hü-küm, Sem´in varid olmasına bağlıdır; şu anda hüküm yoktur´ şeklinde bir anlayışı murad ediyorlarsa sahihtir. Çünkü hükmün anlamı ´hitab´dır. Sem´in vürudundan Önce ise hitab yoktur. Eğer bununla ´Biz duraksıyoruz. O haram mıdır, mubah mıdır bilmiyoruz´ şeklinde bir anlayışı kastediyorlarsa, bu hatadır. Çünkü, biz biliyoruz ki, ne haramlık, ne ibaha vardır. Zira hanımlığın manası Allah´ın ?yapmayın´ sözü; îbahanın manası da Allah´ın ´isterseniz yapın, isterseniz terkedin´ sözüdür. Bunun hiç birisi varid olmamıştır.[5]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ahmed, V, 299
[2] Burada Gazali, ´cinayet1 sözüyle, hacc mevsiminde, kurban kesilmesini gerektirecek, yasak işlerden birini işlemiş olmayı; ´arkasından bir bedel gelmesi´ sözüyle de, hayvanların öldürülmesinin meşru bir zevke müstenîd olmasını kastediyor olsa gerektir
[3] Ebul-Kâsım Abdullah b. Ahmed b. Mahmud el-Ka´bîel-Belhî(ö. 319). Mu´lezile´nin büyüklerinden biridir. Birçok konuda aykın fikirleri vardır.
[4] Ali b. Abbas b. Cüreyc ö. 28
[5] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/73-88
Mesele: (Husun-Kubuh)
Mesele: Nimet Verene Şükretmek Uklen Zorunlu Mudur?
Mesele: (Şer´in Varid Olmasından Önce Fiillerin Hükmü)
I. HÜKMÜN HAKİKATİ
Bu başlık altında bir önbilgi ve üç mesele yer almaktadır.
Önbilgi:
Hüküm, bize göre, Şâri´in, mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabıdır. Haram, hakkında ´terkedin´, ´yapmayın´ denen şeyler; vâcib, hakkında ´yapın´, ´terket-meyin´ denen şeyler; mubah, hakkında ´dilerseniz yapın, dilerseniz terkedin´ denen şeylerdir. Şâri´den böyle bir hitap yoksa, hüküm de yoktur. Bunun için diyoruz ki; akıl, bir şeyin güzelliğine (husn) veya çirkinliğine (kubh) hüküm veremediği gibi nimet verene şükretmeyi de gerektirmez. Kısaca Şer´in vürûdundan önce fiillerin hükmü yoktur.
Şimdi bu meseleleri tek tek ele alalım.
Mesele: (Husun-Kubuh)
Mutezile, fiillerin ´güzel (hasen)´ ve ´çirkin (kabîh)´ olmak üzere iki kısım [I 561 ocuğunu ileri sürmüş ve bunların idrak ediliş yollarını da şöjle açıklamıştır:
a) Bu fiilerden birkısmı, aklî zaruret (zarûretu´1-akl) yoluyla idrak edilir. Boğulmak üzere olanları ve ölmek üzere olanları kurtarmanın, nimet verene şükretmenin ve doğruluğun güzelliğini bilmenin güzeî oluşu; nimete nankörlük etmenin (küfrân-ı nimet), suçsuza acı çektirmenin ve hiç bir amacı olmayan yalanın çirkin oluşu böyledir.
b) Bırkısmı da aklî inceleme (nazaru´l- akl) yoluyla idrak edilir. Bir zararı ihtiva eden doğrunun güzelliği ve bir yarar ihtiva eden yalanın çirkinliği böyledir.
c) Bazıları ise, Sem´ yoluyla İdrak edilir. Namaz, hac ve diğer ibadetlerin güzel oluşu böyledir. Mutezile, bunlann, -fahşaya engel olma ve tâate teşvik gibi-taşıdıklan zatî bir vasıf sebebiyle diğer fiillerden ayrıldığını, fakat aklın bunu tek başına idrak edemeyeceğini iddia etmiştir.
Biz diyoruz ki, birisinin ´Şu güzeldir´, "Şu çirkindir´ şeklindeki sözlerinin unlunu, gü/ellik ve çirkinliksin anlamı anlaşılmadıkça anlaşılamaz. Zira. güzellik ve çirkinlik lafızlarının kullanımında birbirinden fark 1 Hiç kullanım (ıstılah) vardır. Bu itibarla/önce bu kullanımları kısaca açıklamak gerekir.
1) Halka ait yaygın kullanım: Bu kullanıma göre fiiler;
a) Yapanın amacına uygun olan fiiller,
b) Yapanın amacına aykırı olan fiiller,
e) Yapanın amacına ne uygun ne aykırı olan fiiler olmak üzere üç kısma ayrılır.
Yapanın amacına uygun düşen fiiler, ´güzel´, aykırı olanlar ´çirkin´, ne uygun ne aykırı olanlar ise ´abes (boş, faydasız)´ olarak adlandırırlar. Bu kullanıma göre, fiil bir şahıs için uygun başka bir şahıs için aykırı ise, bu durumda bu fiil, uygun düşen açısından güzel, aykırı düşen açısından çirkindir. Mesela büyük bir hükümdarın öldürülmesi, hükümdarın düşmanları açısından güzel, dostları açısından ise çirkindir.
Bu anlayışta olan kişiler, kendi amaçlarına aykırı olduğu zaman, Allah´ın fiilini dahi çirkin görmekten çekinmezler. Bu yüzden feleğin, hiç bir gücü olmayan bir emir kulu olduğunu bildikleri halde, ´Yuvan yıkılsın felek!´, ´Kahrolasıca zaman!´ diyerek felek ve zamana (dehr) söverler. Bunun için Hz. Peygamber "Dehr´e sövmeyin! Allah, o dehr´in kendisidir"[1] demiştir.
Bunlara göre, güzel ve çirkin isimlerinin fiiler hakkında kullanımı, şekiller (suver, tip) hakkında kullanımı gibidir. Mesela bir şahsın tip veya sesinden hoşlanan kişi, bunun güzelliğine hükmeder. Öyle şahıslar vardır ki, bazı tabiatlar onlardan hoşlanır, bazıları nefret eder. Dolayısıyla aynı şahıs birine göre güzel, diğerine göre çirkin olabilir. Yine bazı insanlar esmer rengi güzel bulurken, bazıları çirkin bulur. Demek oluyor ki bunlara göre, güzellik ve çirkinlik, uygunluk (muvafakat) ve aykırılıktan (münâleret) ibaret olmaktadır. Uygunluk ve aykırılık ise sübjektif (izafî) olup siyah ve beyaz gibi değildir. Çünkü bir şeyin, Zeyd´e göre siyah, Amr´a göre ise beyaz olması tasavvur olunamaz.
2) Şer´in, yapanını övmek suretiyle güzel gösterdiği şeyin güzel olduğunu söylemek.
Buna göre, amaca uygun veya aykırı olsun, Allah´ın fiili her halükârda güzeldir. Şer´an, gerek nedb (mendup) gerekse îcâb (vacip) olarak, emredilen şeyler güzeldir. Mübâh ise güzel olmaz.
3) Failinin, yapabilme hakkı ve yetkisi olan her fiil güzeldir.
Bu kullanıma göre mubah, emredilen şeyler gibi gü/.cldir. Allah´ın fiili de her halükarda güzeldir.
Bu anlamların üçü de sübjektif vasıflardır ve hepsi de ma´kûldür. Güzel´i bu [I, 57] üç anlamdan her hangi birine göre kullanan kişiye bir kısıtlama getirilemez. Çünkü lafızlar hususunda tartışma olmaz. Buna göre, eğer Şer´ (şer´î bildirim) varid olmamışsa, bir fiil diğerinden ancak uygun düşme ve aykırı olma yoluyla ayrılabilir. Uygunluk ve aykırılık ise fiilin zatî bir vasfı olmayıp, bakış açılarına göre değişebilir.
Denirse ki:
Biz sizinle, ne bu sübjektif durumları ve ne de üzerinde anlaşma sağladığınız ıstılahlar hususunda tartışıyoruz. Fakat biz, zulüm, küfrân-ı nimet, yalan, cehalet vb. gibi bazı şeylerdeki güzellik ve çirkinliğin, güzel ve çirkin´in, aklın zarureti ile idrak edilebilen zatî bir vasfı olduğunu iddia ediyoruz. Bunun için de, çirkin oluşları yüzünden bu şeylerden hiçbirini, Allah hakkında caiz görmüyoruz ve bunları Şer´in varid olmasından önce de akıllı kişilere haram sayıyoruz. Çünkü bu gibi şeyler, özleri itibariyle çirkindir. Akıllıların tamamı, herhangi bir duruma izafe etmeksizin, her halükarda, bunların yok edilmesinde hemfikir oldukları halde, bizim görüşümüze nasıl karşı çıkılabilir!?
Deriz ki:
Siz bu ifadenizle üç hususu tartışma gündemine getirmiş oluyorsunuz:
a) Çirkinliğin zatî bir vasıf olduğu,
b) Bunun, akıllıların zaruri olarak bileceği şeylerden olduğu,
c) Akıllılar şayet bu hususta ittifak ederlerse, bu durumun, onun zaruri oluşuna kesin bir hüccet ve delil olacağı.
a) Çirkinliğin zatî bir vasıf olduğu iddiası, makul olmayan bir gerekçeyle verilmiş keyfi hükümdür (tahakküm). Nitekim onlara göre, öldürme, öncesinde bir cinayet bulunmaması ve arkasından bir bedel (ivaz) gelmemesi şartıyla, bizatihi kötüdür.[2] Zaten hayvanların kesilmesi ve avlanması da faydalanma gerekçesiyle caiz olmaktadır. Allah´ın buna izin vermiş olmasa Allah açısından çirkin değildir.
Çünkü Allah, onları buna karşı ödüllendırecektır.
Halbuki öldürmenin bizatihi bir hakikati olup, bu hakikat, öncesinde bir cinayet bulunmasına veya arkasından bir yarar (lezzet) gelmesine göre değil, ancak, faydalara ve amaçlara nisbetle değişebilir. Aynı şekilde yalan da bizatihi kötü olamaz. Şayet yalan, -yerini onu öldürmek isteyen bir zalimden gizlemek suretiyle-, bir peygamberin hayatını kurtarma amacına yönelik ise, güzel, hatta vâcib olur ve (erkeden günahkar olur. Zatî vasıf, durumlara göre nasıl değişebilir! (Yani güzellik ve çirkinlik, fiilin zatî vasfı olsaydı, bu şekilde değişemezdi)
b) Çirkinliğin akillılarca zarurî olarak idrak edileceği iddiası; .
Biz sizinle bu hususu tartışabildiğimize göre, bunun zarurî olduğu nasıl tasavvur olunabilir! Zaruri olsaydı hiç tartışmaya girmeksizin bizim de kabullenmemiz gerekirdi. Zaruri olan bir hususta, bunca akıllı insan tartışmaz.
Sizin "Siz zorunlu olarak biliyorsunuz ve buna muvafakat ediyorsunuz; Fakat tıpkı Ka´brnin[3] haberin mütevatirliği bilgisinin dayanağının inceleme/düşünme (nazar) olduğunu zannetmesi gibi, siz de bilginizin dayanağının Sem´ (Şâri´den duyma) olduğunu zannediyorsunuz. Halbuki bilmenin kaynağında (müdreku´1-ilm) kapalılık ve karışıklık olabilir; bilginin (marifet) kendisinde ihtilaf etmek İse oldukça uzaktır. Bunda ihtilaf olmaz" şeklindeki sözlerinize karşı da şunları söyleriz;
Bu, tutarsız bir sözdür. Çünkü biz, Allah açısından, hayvanlara acı vermek güzeldir diyoruz, fakat bunun hayvanlar için bir cerime veya sevab olduğu kanaatinde değiliz. Bu da gösteriyor ki, biz sizinle bizzat bilginin kendisi hakkında tartışıyoruz.
c) Üçüncü iddianıza gelince; biz, akıllıların bu konuda hemfikir olduklarını kabul etsek dahi, bu ittifak çirkinliğin zaruri I iği ne bir hüccet olmaz. Zira, akıllıların buna mecbur oldukları kabul edilemez. Aksine bu ittifakın, zaruri olmayan bir şey üzerinde vuku bulmuş olması da mümkündür. Nitekim, insanlar, Yarattcı´nın İsbatı ve peygamber göndermenin cevazı hususunda ittifak etmiş, buna çok az kişi muhalefet etmiştir. Şayet, bunlar da çoğunluğa tabi olsalar bile, bu husus yine de zaruri olmaz.
Aynı şekilde, insanların bu inanç üzerinde ittifak etmeleri farklı hareket noktalarına dayanabilir. Kimileri, bu şeylerin çirkinliğine delalet eden Sem´ delilinden hareketle; kimileri, doğrudan sem´î delilden hareketle değil, Sem´ deliline gö- İh 58] re davrananların yorumuna uyarak; kimileri de, dalalet ehli için varid olan şüpheden hareketle bu inanca ulaşmış olabilir. Bu farklı sebebler sonucunda oluşan it-lifak, bunun zarurî olduğuna delalet etmediği, gibi bunun hüccet olduğuna da delalet etmez. Hatta şayet Şer´, özellikle bu ümmetin toptan yanlışa düşebilme imkanını kaldırmasaydı, bu ittifak hüccet bile olmazdı. Zira herkesin taklid´den ve şüpheden kaynaklanan bir yanlışa düşmesi uzak ihtimal değildir. Mülhidler arasında bu şeylerin çirkinliğine, zıtlannın güzelliğine kanaat getirmeyen kimseler varken akıllıların ittifakı nasıl iddia edilebilir!
Onlar (mutezile), şöyle bir gerekçeye dayanmışlardır:
Biz kesinlikle biliyoruz ki, bir kişi açısından doğru söylemek ve yalan söylemek eşit olsa, bu kişi eğer akıllı ise, doğruluğu tercih edip ona yönelir. Bu ancak doğruluğun güzelliği sebebiyledir. Nitekim, bölgeleri istila eden büyük bir hükümdar ölmek üzere olan zayıf birini görse, kendisi, sevap umabileceği hiç bir dine inanmıyor olsa da, ondan bir karşılık ve teşekkür beklemeksizin ve üstelik amacına uygun düşmediği ve hatta bu yüzden yorulabileceği halde onu kurtarmaya meyleder. Hatta akıllılar küfür kelimesini söylemeye, sırrı ifşa etmeye ve haddizatında amacına aykırı olan anlaşmayı bozmaya zorlanan kişinin ölümü göze almasının güzel olduğuna hükmederler. Kısaca, mekarim-i ahlakın ve nimete boğulmanın güzel karşılanması, -körükörüne inatçılık etme durumu hariç-, hiç bir akıllının İnkar edemeyeceği şeylerdendir.
Cevap:
Biz bu yargıların halk arasında yaygın olduğunu ve yaygın kabul görüp övüldüğünü inkar etmiyoruz. Fakat bu kanaatlerin dayanağı, ya bir dine inanma (et-tedeyyün bi´ş-şerâi´) veya belli amaçlardır. Allah açısından bu gibi amaçlar söz konusu olmadığı için, biz bu yargılan Allah hakkında kabul edemeyiz. İnsanların bu lafızları kendi aralarında cereyan eden hususlarda kullanmaları ise amaçlar doğrultusunda sürüp gider. Fakat bazan bu amaçlar dakîk olup, gizli kalabilir ve bunları ancak muhakkik (araştırmacı) kişiler farkedebilir. Biz bu konuda yanılgıya düşülebilen yerlere dikkat çekmek istiyoruz. Vehmin yanılgıya düşebildiği belli başlı üç nokta vardır.
Birinci yanılgı:
İnsan, başkasının amacına uygun düşmekle beraber kendi amacına aykın olan bir şeye, diğer kişiyi dikkate almaksızın kötü diyebilir. Zira her tabiat, kendi nefsine düşkün olur ve başkalarını hakir görür ve dolayısıyla da kendi amacına aykırı olan şeyin mutlak olarak çirkinliğine hükmeder. Bu yargının menşei, başkalarını, hatta bizzat kendisinin bazı durumlarını hesaba katmamaktır. Nitekim, insan, bazı durumlarda, daha önceden çirkin saydığı bir şeyi, amaç değiştiğinde, güzel bulabilir.
İkinci yanılgı:
Bütün durumlarda maksada aykırı olup sadece nadir bir durumda aykırı olmayan şeyi, vehim, -bu nadir durumu göz önüne almayarak hatta hatırına bile getirmeyerek- bütün hallerde aykın görür ve mutlak olarak onun çirkinliğine hükmeder. Çünkü o şeyin çirkinlik halleri kalbini kaplamış ve nadir durum hatırından gitmiştir. Mesela insanın, yalanın çirkinliğine mutlak olarak hükmetmesi böyledir. Halbuki, böyle hükmederken, bir peygamberin veya velinin hayatını kunarabilccek yalanı hiç göz önüne almamıştır.
Bir kimse bir şeyin çirkinliğine mutlak olarak hükmedip, bu hal üzere devam etse ve bu hüküm onun kulağında ve dilinde tekrarlanıp dursa, artık o kişinin nef- [i 591 sinde ´nel´rel ettirici bir çirkin bulma´ iyice yerleşir. Şayet, bu nadir durum vuku bulacak olursa, uzun müddet ´çirkin bulma´ üzerinde kalıp yetiştiği için nefsinde ona karşı bir yadırgama (nefret) hisseder. Çünkü, çocukluğundan beri kendisine, terbiye ve eğitim yoluyla, yalanın hiç kimsenin yeltenmemesi gereken çirkin bir şey olduğu telkin edilmiştir. Bu telkin yapılırken de, yalanın bazı durumlarda güzel olabileceğine dahi dikkat çekilmemiştir ki, yalana karşı nefreti, iyice yerleşsin ve ´nasıl olsa yalan çoğunluk hallerde çirkindir; bazan güzel de olabilir´ diyerek ona yeltenmesin. Çocuklukta bir şeyi duymak, taş üzerine nakış işlemek gibidir. Çocuklukta duyulan şeyler, nefiste kök salıp yerleşir ve kişi, onu mutlak olarak tasdike yatkınlasın Bu böyledir, fakat mutlak olarak değil, çoğunluk durumlarda. Eğer kişinin hatırında yalnızca ´çoğunluk durumlar´ varsa, bu çoğunluk durumlar kişi açısından ´bütün durumlar´ gibi olur ve bu yüzden ona mutlak olarak inanır.
Üçüncü yanılgı:
Bu yanılgının sebebi, vehmin, hemencecik yanılsama´ya (aks) hükmetmesi-dir. Bir şey, bir şeye bitişik olarak görülünce, vehim, daha özelin, sürekli olarak, daha genele bitişik olduğunu ve daha genel´in ise, daha özel´e bitişik olması gerekmediğini dikkate almaksızın, o şeyin de diğerine bitişik olduğunu zanneder. Yılan tarafından sokulmuş olan normal bir insanın nefsinin, yılanı andıracak şekilde çeşitli renklerle boyanmış bir sicimden kaçması bu tür yanılgı için bir Örnek olabilir. Çünkü bu kişi, çektiği acıyı bu şekil ile birlikte görmüş ve bu şeklin de acı ile birlikte bulunacağı vehmine kapılmıştır. Aynı şekilde, nefis, dışkıya benzettiğinde, baldan kaçınır. Çünkü tiksintiyi, sarı bir yaşlıkla birlikte görmüş ve dışkının sarı yaşlık ile birlikte bulunacağı vehmine kapılmıştır. Vehim öyle bir üstünlük sağlamıştır ki, kişi, bu vehmin asılsız olduğuna hükmetse bile, balı yemekte zorlanır. Fakat her ne kadar vehimlerin gerçekliği olmasa da, nefsin kuvvetleri, bu vehimler tarafından kolayca yönlendirilebilecek biçimde yaratılmıştır. Hatta kişinin yapısı (tab1), yahudi ismi verilmiş güzel bir kadından bile kaçar. Zira, bu ismi, çirkinlikle bitişik olarak görmüş ve çirkinliğin isme bitişik olduğunu zannetmiştir. Bunun içindir ki, sıradan halk kesiminden birine önemli aklî bir mesele serdettiğinde, onu hemen kabul eder. Ancak bu görüşün Eş´arîlere veya Hanbelîlere veya Mutezilîlere ait olduğunu söylediğinde, eğer bunlar hakkındaki kanaati olumsuz ise, bu görüşü onaylamaz. Bu aslında özellikle sıradan halkın yapısı olmayıp, ilimle muttasıl" olan pek çok akıllının yapısı da böyledir. Ancak, Allah´ın kendilerine doğruyu doğru olarak gösterdiği ve bu doğruya uymalarını takviye ettiği râsih alimlerin yapısı böyle değildir. Halkın çoğu ise, bir gerçekliği olmadığını bilmekle beraber, vehmin, nefislerini yönlendirmesine karşı koymazlar. Halkın yöneliş ve kaçınışlarının çoğu bu vehimler sebebiyledir. Çünkü vehim, nefis üzerinde etkili olabilmekte ve onu ele geçirebilmekledir. Bunun içindir ki, insan, kesinlikle harekel edemeyeceğini bildiği halde, içinde ölü bulunan evde gecelemekten kaçınır. Ölünün hareket edemeyeceğini bilmekle beraber, adeta her an hareket edebileceğini ve konuşabileceğini tevehhüm eder.
Tekrar konumuza dönersek; hiçbir dine inanmayan açısından, düşkün birini kurtarmanın, yüzüstü bırakmaya ağır basması, hemcins olmanın verdiği kalp inceliğiyle, bir İnsanın başına gelmiş bulunan sıkıntıyı gidermek içindir. Bu davranış, insanın yapısı gereğidir. Bunun sebebi, insanın kendisini bu musibete duçar olmuş, diğerini de kendisine yardım elini uzatmayan ve kendisinden yüz çeviren biri olarak takdir etmesi´ve -o durumda iken- amacını aykırılığı sebebiyle bu tavrı çirkin görmesidir. Daha sonra gerçek hayata dönerek, ölmek üzere olan düşkün kişinin aynı çirkin görmeyi kendisi hakkında yaptığını takdir eder ve tevehhüm fi 601 ett´S´ DU çirkinliği kendi nefsinden giderir. Bu, bir hayvan hakkında veya kalp inceliği olmayan biri hakkında varsayılsa, aynı şeylerin tasavvuru uzak İhtimaldir. Eğer tasavvur edilse bile, başka bir şey söz konusu olur ki, bu da yaptığı iyiliğe karşı övülme İsteğidir. Eğer kalp inceliği olmayan bu adamın, kurtarıcının kendisi olduğunun bilinmediği, fakat bilinme beklentisi bulunan bir yerde olduğu varsayılsa, bu beklenti itici bir sebeb olabilir. Bu kişinin, bilinmesi imkansız bir yerde olduğu varsayılsa bile, nefsin yardım etmeye olan meyli kaybolmaz. Bu kişinin durumu, normal kişinin yapısının, çeşitli renklere boyanmış ipten kaçmasına benzer. Şöyle ki, bu kişi, bu suretin (kurtarma işinin), Övülmeye bitişik olduğunu görmüş (yani birini kurtardığında övülmeyi yaşamış) ve övülmenin her halükarda bu suret ile birlikte olduğunu zannetmiştir. Aynı şekilde yılana benzetilmiş ipten kaçan kişi acının ip şekliyle bitişik olduğunu görmüş, yapısı acıdan nefret ettiği için, acıya bitişik olan şeyden de nefret etmiştir. Lezzetli bir şeye bitişik olan lezzetli; kerih bir şeye bitişik olan da kerihtir. Hatta insan, aşık olduğu kişi ile bir yerde oturmuş olsa, daha sonra oraya gittiğinde oranın diğer yerlerden farklı olduğunu nefsinde hissedecektir. Bunun için şair şöyle demiştir:
Ben diyarlara, Leyla´nın diyarı diye uğruyorum; Bu duvarı şu duvarı öperek. Benim kalbimi meftun eyleyen bu diyarlar değil, Fakat, bu diyarlarda oturanın sevgisİdir.
Yine ibnu´r-Kumî´ vatan sevgisinin sebebine dikkat çekerek şöyle demiştir:[4]
İnsanlara vatanlarını sevdiren, Kahramanlannı, orada yarattığı destanlardır. Vatanlarını yad ettiklerinde, oradaki çocukluk Zamanlarını hatırlayıp, ona özlem duyarlar.
Bu hususa delalet eden örneklerin sayısı çoğaltılabilir. İşte bütün bunlar, vehmin hükümlerindendir.
Küfür kelimesini terk uğruna, nefsi mutmain olarak, ölümü göze almaya gelince, şayet Şer´ olmasaydı, akıllıların hepsi bunu güzel bulmayıp, belki de çirkin bulurlardı. Bunu ancak, ölümü göze alışına karşı sevab bekleyen veya buna karşılık kahramanlık veya din hususunda salabet ile anılıp övülmeyi bekleyen kişiler güzel bulur.
Tehlikeye atılan ve güç yetiremeyeceğini bildiği halde sayıca kendisinden fazla olan düşmana hücum eden ve onlardan kendisine erişecek elemi önemsemeyen nice kahramanlar vardır ki, bunu sırf, ölümden sonra bile olsa, övülmeyi tevehhüm ettikleri için yapmışlardır.
Sırrın gizlenmesi, ahdin korunması da aynı şekilde, taşıdıktan maslahatlar sebebiyle insanlar tarafından birbirlerine tavsiye edilmiş ve insanlar böyle davrananları övmüşlerdir. Bu hususta zararı yüklenen kişi, bunu övülmek beklentisiyle yapar. Övülmenin olmadığı bir yer varsayılsa, bu iş yine Övülme ile bitişik olarak bulunur ve vehmin, lezzetli ile bitişik olana -her ne kadar bu iş lezzetden hali olsa da- meyli baki kalır.
Eğer, bu vehmin etkisi altında kalmayan, sevab ve övülme beklentisi olmayan biri varsayılsa, bu kişi, nefsini faydasız bir şey uğruna ölüme atmayı çirkin bulur ve böyle yapanlan kesinlikle ahmak sayar. Bu gibi insanlann ölümü hayata tercih edecekleri düşünülemez. Yalan ve varsaydıklan diğer bütün hususlar hakkındaki cevabımız bu minval üzeredir.
Sonra deriz ki: [1,61]
Biz, normalde insanların, birbirleri hakkında zulüm ve yalanı çirkin gördüklerini inkar etmiyoruz. Ancak, bizim tartışmamız, Allah´a izafetle çirkinlik ve güzellik hakkındadır. Buna hükmeden kişinin dayanağı, gaibi şahit üzerine (görülmeyeni görülene) kıyas etmektir. Bu şekilde bir kıyas nasıl yapılabilir! Efendi, şayet köle ve cariyelerini birbirlerine düşecek halde bırakıp, engellemeye gücü yettiği halde, bunların kötülük işlemelerine seyirci kalırsa, bu davranış efendi açısından çirkin olur. Halbuki, Allah kullarını serbest bıraksa, bu tutum O´nun hakkında çirkin olmaz. Onların (Mutezilenin), ´Allah onları, kötülüklerden kendi başlarına uzak dursunlar ve bundan dolayı sevaba hak kazansınlar diye serbest bırakmıştır´ şeklindeki sözleri boş laftır. Çünkü O, onların kötülüklerden uzak durmayacaklarını bilmektedir; bu durumda onlara kahren mi engel olacaktır! Ac-ziyet ve güçsüzlük sebebiyle kötülüklerden uzak duran nice insanlar vardır ve bu durum, kötülükten vazgeçmeyeceklerini bile bile onlara imkan vermekten daha güzeldir.
Mesele: Nimet Verene Şükretmek Uklen Zorunlu Mudur?
Mutezilenin aksine, nimet verene şükretmek aklen zorunlu (vâcib) değildir. Bunun delili, Allah´ın vâcib kılıp emrettiğinden ve terkine ceza tehdidi getirdiğinden başka vâcib olmamasıdır. Bu yönde bir hitab olmayınca, vücubtan bahsedilemez.
Bu konuda sözün özü şudur:
Akıl, nimet verene şükretmeyi, ya bir fayda için ya da bir fayda amacı olmaksızın gerektirir. Aklın bunu bir fayda olmaksızın gerektirmesi imkansızdır (muhal); çünkü aklın faydasız bir şeyi zorunlu görmesi abes ve sefihliktir. Eğer akıl şükretmeyi bir fayda için gerektiriyorsa; bu fayda, ya Mabûd´a yöneliktir -ki, bu İmkansızdır, çünkü Ma´bûd, bütün amaçlardan yüce ve mukaddestir- ya da kula yöneliktir; kul için bu faydanın gerçekleşmesi de ya dünyada ya da ahırettedir. Şükretmenin, dünyada kul için bir faydası yoktur; aksine, kul, inceleme, düşünme, bilme ve şükretme uğraşısı sebebiyle yorulur ve bu yüzden birtakım şehvet ve lezzetlerden mahrum kalır. Şükretmenin, ahırette de ona faydası dokunmaz. Çünkü sevab, Allah´ın bir lütfü olup, Allah´ın vaadi ve haberiyle bilinir. Eğer kendisine bu yönde bir haber verilmemişse, kut, nimete şükretmesine karşılık kendisine sevab verileceğine nereden bilsin!
Burada, kulun, küfrân-ı nimet ettiğinde ve yüz çevirdiğinde, belki cezalandırılacağını hatırına getirebileceği ve aklın da, emniyet (kurtuluş) yoluna girmeye davet ve sevk edeceği söylenecek olursa, deriz ki; hayır! İş böyle değildir. Tam tersine, akıl kurtuluş yolunu gösterir ve sonra tab´, o yola girmeye teşvik eder. Çünkü her insan, kendi nefsini sevme ve elemi kerih görme üzerine yaratılmıştır.
Sizin ´Akıl, davet (ve sevk) edicidir´ sözünüz de yanlıştır. Bunun doğrusu; aklın, ´doğru yolu gösterici (hâdî)* olmasıdır. Sevkediciler ve davet ediciler ise, aklın hükmüne tabi olarak nefisten fışkırır.
Yine siz, ´insan, özellikle şükür ve marifete karşılık sevab alabilir´ sözünüzde de yanılgıya düştünüz. Çünkü bu düşüncenin dayanağı, şükür tarafında, şükrü küfrandan ayıran bir amacın tevehhüm edilmesidir. Halbuki şükür ve nankörlük Allah Teâlânın ululuğuna nisbetle eşittir. Dahası, vehim kapısı açılacak olursa, belki de kişi, şükretse ve üzerinde düşünse bile nimetlerin sebeblerini Allah hazırladığı için, Allah´ın yine de kendisine ceza verebileceğim hatırına getirebilir. Belki de Allah onu refaha ulaşsın ve türlü nimetlerden yararlansın için yaratmıştır; dolayısıyla kişinin kendisini sıkıntıya sokması, Al I ah in mülkünde O´nun izni olmaksızın tasarrufta bulunmaktır.
Onların (Mutezilenin) iki şüphesi (delil) vardır:
Birincisi; ´Akıllıların, şükrün güzelliği ve küfranın çirkinliği hususundaki ittifaklarını inkara yol yoktur´ sözleridir.
Bu söz doğru kabul edilebilir (müsellem), fakat kendi haklarında. Çünkü onlar, şükretmekten hoşlanıyor, rahatlık duyuyorlar; nankörlük sebebiyle de üzülüyorlar. Halbuki, Allah Teâlâ açısından bu ikisi birbirine eşittir. Dolayısıyla masi-yet ve taat de Allah açısından eşittir. Şöyle ki;
a) Evinin bir köşesinde ellerini oğuşturarak krala yakınlaşmaya çalışan kişi, n 62] kendisini küçük düşürmektedir. Kulların ibadeti de Allah in celaline nisbetle rütbe bakımından bundan daha aşağıdır.
b) Kralın, açlıktan Ölmek üzere olan birine bir ekmek kırıntısı tasadduk etmesi ve bu kişinin bölgeleri dolaşıp insanların toplandığı yerlerde, krala bu iyiliğinden dolayı teşekkür etmesi, krala nisbetle çirkin ve aşağılayıcıdır. Allahın, kullarına olan nimetleri, makduratına oranla, ekmek kırıntısının kralın hazinesine olan nisbetinden daha da azdır. Çünkü, kralın hazineleri sonlu olduğu için, bu kırıntıların emsali ile tükenebilir. Halbuki Allah´ın makduratı, kullarına verdiğinin kat kat fazlası ile dahi son bulmaz.
îkinci şüpheleri de, onların "Vücub kaynaklarını Şer´e hasretmek peygamberlerin susturulmasına yol açar. Çünkü peygamberler mucize gösterdiklerinde, (dine) çağırılanlar derler ki: ´Sizin mucizelerinizi bakmak (itibara almak), bize ancak Şer´ vasıtasıyla vâcibtir; yoksa ki, Şer´, sizin mucizelerinize bakmamız (İn-ceİememİz) yoluyla sabit olmamaktadır. Siz, Önce, mucizeye bakmamız gerektiğini bize isbat edin ki, öyle bakalım. Bakmadıkça da, bakmamız gerektiğini anlayamayız´. Görüldüğü gibi bu anlayış kısır döngüye yol açmaktadır" şeklindeki sözleridir.
Bu şüpheye iki yönden cevab verilebilir:
a) Birinci cevab, işin özü (tahkik) yönündendir. Siz, bizim, Şer´in kabul edilip yerleşmesinin, bakma´ya (inceleme) bağlı olduğunu savunduğumuzu zannet-^mekle yanılgıya düştünüz. Zira, vacibin bir manası vardır; o da, bilinen veya vehmedilen bir zararı gidermek suretiyle, yapılması yapılmamasına ağır basan şeydir. Vücubun anlamı da, yapmanın yapmamaya ağır basmasıdır. Vacib kılan (Mûcib), ´müreccih´tir (ağır bastıncı). Müreccih, Allah´tır; Peygambere öğreten ve ona, küfrün öldürücü bir zehir, masiyetin hastalık, taatin da şifa olduğunu insanlara öğretmesini emreden de O´dur. Allah müreccih, Peygamber ise haber vericidir (muhbir). Mucize, akıllıya tercihi bilme imkanı veren sebeb´tir. Akıl ise tercihi haber verenin doğruluğunu bilmenin aracıdır. Azabtan acı duyma, sevaptan hoşlanma üzere yaratılmış olan tab´ (insan tabiatı) ise, zarardan sakınmaya teşvik eden ´sâik´tir (bâis, iç etken). Hitap geldikten sonra, tercih demek olan vacip kılma (icab)oluşur. Mucize ile teyid edilmek suretiyle de, inceleme yapan akıllı hakkında tercih imkanı doğar. Zira akıllı, bununla rüchâm bilmeye muktedir olur.
Yukarıda geçen ´Bilmedikçe bakmam, bakmadıkça da bilemem´ sözü için şöyle bir örnek verilebilir: Baba, çocuğuna ´Arkana bak! arkanda, eğer dikkat etmezsen, sana saldırmak üzere olan yırtıcı bir hayvan var´ dese, çocuk da, ´Arkaya dönmemin gerektiğini bilmedikçe, dönmem. Arkamda yırtıcı bir hayvan olduğunu bilmediğim sürece, arkama dönüp bakmam gerekmez. Arkama dönmedikçe de orada yırtıcı bir hayvan olduğunu bilemem´ diye karşılık verse, baba ona, ´Sen bilirsin, arkana dönmeyi terketmen sebebiyle Ölürsün ve bunda mazur da değilsin; çünkü inadı bırakıp arkana dönmeye muktedirsin der.
Peygamber de aynı şekilde der ki: ´Ölüm arkanda. Eğer inanmayı ve taati terketmişsen sonrasında eziyet veren böcekler ve çok acı azap vardır. Bunu, gösterdiğim mucizeye en ufak bir bakışla anlayabilirsin. Eğer bakıp da itaat edersen kurtulursun. Gafil davranıp yüz çevirirsen, Allahın sana da ameline de ihtiyacı yok. Sen kendi kendine zarar vermiş olursun´. Bu yaklaşımda bir çelişki veya kısır döngü söz konusu değildir.
[I, 63] b) İkinci cevabı, onlara kendi görüşlerinde hareketle vereceğiz. Onlar, aklın mûcib (gerektirici) olduğunu söylemişlerdir. Halbuki akıl, özü itibariyle, hiç kimsenin ayrılamayacağı zaruri bir İcabı gerektirmez. Çünkü, eğer böyle olsaydı, hiç bir akıllının aklı, vücubu bilmekten hali olamazdı. Aksine vücubun bilinebilmesi için, kafa yorma ve düşünme gereklidir. Şayet kişi, inceleme (nazar) yapmazsa, incele´menin vacipliğini de bilemez, incelemenin vacipliğini bilmediği zaman da inceleme yapamaz. Bu durum, yukarıda geçtiği gibi, kısır döngüye götürür.
Denirse ki:
Akıllı insan, şu iki şeyi düşünmekten kendini alıkoyamaz:
a) Araştırıp düşünerek şükrettiği takdirde ödüllendirileceği,
b) Araştırmayı terkettiği takdirde cezalandırılacağı. Bunun hemen peşinden, kurtuluş yoluna girme düşüncesi belirir.
Deriz ki:
Bu düşünce hatırına gelmeksizin üzerinden yıllar geçmiş, hatta, ´Madem ki Allah açısından bu ikisinden biri diğerinden ayrı değildir; o halde, ne bana ne de Ma´bud´a faydası olmayan şeyler yüzünden niye nefsime eziyet edeyim´ düşüncesine sahip olan nice akıllı kişiler vardır. Ayrıca, eğer bu iki düşünceden ayrı olmamak, bilmeye imkan verme hususunda yeterli olsaydı, Peygamber gönderilip,
mucize göstermek suretiyle davet ettiği zaman, bu düşüncelerin oluşması daha kolay olurdu. Hatta, Peygamberin uyan ve sakındırmasından sonra, bu düşünce akıldan hiç çıkmazdı.
Biz, İnsan korkuyu hissettiği zaman, tab´mın onu kaçınmaya teşvik edeceğini inkar etmiyoruz. Bu hissetme de zaten, akıldan doğan teemmül sayesinde olmaktadır. Her ne kadar, kimileri vücubun göstericisini (muarrifu´l-vücûb), mûcib olarak isimlendirmişlerse de bu, mecazi bir kullanımdır. Kendisinde mecaz bulunmayan gerçek ise, mûcib´in Allah olduğudur. Yani, Allah, yapmayı terketmeye icrcih ettirendir; Peygamber, haber veren´dır; Akıl ´tarif eden´dir; Tab´, \scvke-den´dir (bâis) ve mucize, ´tarifi mümkün kılan´dır.
En iyi bilen Allahtır.
Mesele: (Şer´in Varid Olmasından Önce Fiillerin Hükmü)
Mutezileden kimileri, Şer´İn vürudundan önce fiillerin *mübahlık ´ (ibâha) üzere olduğu; kimileri, ´haramlık´ (hazr, yasaklık) üzere olduğu; kimileri de ´belirsizlik´ (vakf) üzere olduğu görüşündedir. Herhalde bunlar, bununla, yukarıda açıklanan mezheblerine uygun olarak, gerek zarurî gerekse nazarî olarak, aklın güzellik ve çirkinliğine hüküm veremediği hususları kastetmişlerdir. Bu görüşlerin hepsi de batıldır.
Biz diyoruz ki; mübâh, ilmin bir bilen, zikrin bir zikreden gerektirmesi gibi, bir mübah-kilan (mübîh) gerektirir. Bu mübah-kilıcı, hitabiyla, yapma ve yapmama arasında muhayyer bırakan, Allah´tır. Eğer herhangi bir hitap yoksa, muhayyer bırakma (tahyir) olmayacağı gibi, ´ibâha´ da yoktur. Eğer, bir şeyin mubah oluşuyla, yapma ve yapmama hususunda herhangi bir sıkıntının olmadığını kastediyorlarsa, anlamda İsabet etmişler, fakat lafızda hata etmişlerdir. Çünkü yapıp-yapmadıklarında herhangi bir sıkıntı olmadığı halde, hayvanın, çocuğun ve delinin fiili mübahlık ile vasıflanamaz. Fiiller, yani Allah´tan sadır olan fiiller, terki hususunda Allah açısından bir sıkıntı olmadığı halde ´mubah´ olarak nitelendirilemez. Fakat muhayyer bırakacak olan´m, muhayyerlik tanıması söz konusu değilse, ibaha da yok demektir. Bir cüretkar, ibaha ile sadece ´sıkıntıyı kaldırmayı´ kastederek, mubah ismini Allah´ın fiilleri için kullansa, her ne kadar ifade biçimi hoş karşılanmasa da, bu kişi anlamda isabet etmiştir.
Denirse ki:
Mubah kılan (mübîh) akıldır. Çünkü akıl, yapjp-yapmama hususunda muhayyer bırakmaktadır. Şöyle ki, akıl, çirkini haram, güzeli vâcib kılmakta, ne güzel ve ne de çirkin olan hususlarda ise muhayyer bırakmaktadır.
Deriz ki:
Biz, aklın güzel bulması ve çirkin bulması anlayışının yanlışlığını gösterdik.
Bu görüş de ona dayandırıldığına göre bu da yanlıştır. Diğer taraftan, aklın mübîh olarak İsimlendirilmesi, tıpkı mucib olarak isimlendirilmesi gibi mecazdır. Akıl, tercihin varlığını ve yokluğunu gösterir. Bir şeyin vâcib olmasının anlamı, onun yapılmasının, lerked il meşine ağır basmasıdır. Akıl bunu gösterir. Bir şeyin mubah olmasının anlamı ise, ´tercihin olmayışadır. Akıl, mübîh değil tarif edi-ci´dir. Dolayısıyla müreccih veya eşitleyici değil fakat, üstünlüğü veya eşitliği göstericidir.
Sonra deriz ki:
Siz, "Şer´, aklın, güzelliğine ve çirkinliğine hükmedemediği her fiilin;
a) vâcib olduğu hükmünü getirebilir. Bu durum da o fiilin, aklın kendi başına idrak edemediği zatî bir vasıfla temeyyüz ettiğine, bu vasıf sebebiyle fahşadan nehyeden ve ibadete çağıran bir lütuf olduğuna ve Allah´ın bunu o yüzden vâcib kıldığına delalet eder.
b) haram olduğu hükmünü getirebilir. Bu da, o fiilin, aklın tek başına idrak edemediği fahşaya çağıran zatî bir vasıfla mütemeyyiz olduğunu gösterir. Allah bunun bilgisini kendine has kılmıştır" diyerek yapma ve terkelmenin eşitliğini inkar eden kararsızların (ashabu´l-vakf) bu görüşünü hangi gerekçeyle kabul etmiyorsunuz. Onların görüşü budur.
Sonra da derler ki: Şer´in varid olmasından önce fiillerin ´haramlık´ üzere bulunduğunu söyleyenlere (ashabu´1-hazr) niçin karşı çıkıyorsunuz! Bunlar, ´Biz yapma ve terketmenin eşitliğini kabul etmiyoruz. Başkasının mülkünde, mülk sahibinin izni olmaksızın tasarrufta bulunmak çirkindir. O mülk sahibi de Allah´tır ve izin de vermemiştir´ demektedirler. Burada şayet, ´Eğer çirkin olsaydı, nehye-dilirdi ve Sem´ bununla varid olurdu. Sem´in varid olmaması onun çirkin olmayışını gösterir´ diyecek olurlarsa, biz, ´Şayet güzel olsaydı, yapılmasına izin verilirdi ve Sem´ bu izin ile varid olurdu. Madem ki Sem´ bununla varid olmamıştır; o halde bu onun güzel olmayışına delildir´ diye karşılık veririz. Bu defa da ´Allah Teâlâ bize onun yararlı olduğunu ve onda bir zarar olmadığını bildirince, ona izin vermiş olur´ denilebilir. Buna karşılık olarak da şöyle deriz; ´Mülk sahibinin bize, yemeğinin yararlı olduğunu ve onda bir zarar bulunmadığını bildirmesinin izin sayılması gerekir´. Bu defa da, ´Mülk sahibi bizim yüzümüzden zarara uğrayabilir; fakat Allah zarara uğramaz1. Allah´ın yaratıklarında tasarrufta bulunmak, Allah´a nisbetle, bir insanın aynasında, ona bakmak suretiyle, lambasında, onun ışığından yararlanmak suretiyle tasarrufta bulunmak gibidir´ denilebilir. Buna karşılık da şöyle deriz; ´Başkasının mülkünde tasarrufta bulunmak, izin vermemiş olması sebebiyle değil de, o kişinin zarara, uğraması sebebiyle çirkin olmuş olsaydı, izin vermiş olsa dahi eğer zarara uğruyorsa, yine çirkin olması gerekirdi. Kaldı ki, mülk sahibinin, ayna, gölge ve ışıktan yararlanmaya engel olması çirkin olduğu halde, Allah´ın, birtakım yiyecekleri kullarına yasaklaması çirkin değildir.
Eğer bu, kulun zarara uğraması sebebiyle olsaydı, kendisinde -aklın idrak edemediği ve tevkifin yasaklığını bildirdiği- gizli bir zarar olmayan hiç bir fiil tasavvur olunamazdı. Ayrıca şöyle de diyebiliriz; ortada, ´Eğer, Bârî, bizim tasarrufumuz sebebiyle zarara uğramıyorsa bu mubahtır´ şeklindeki sözünüz var. Bunu niçin söylediniz? Başkasının aynasını bir yerden başka bir yere nakletmek, sahibi bundan zarar görmüyor olsa bile, haramdır. Ancak, aynaya bakmak mübahlır. Çünkü, bakma aynada tasarruf değildir. Nasıl ki, Allah´a bakmak, göğe bakmak, bakılan şeyde tasarruf" değilse, aynı şekilde gölgelenmek duvarda; aydınlanmak da lambada tasarruf etmek değildir. Şayet birisi bu şeylerin bizzat kendisinde tasarrufta bulunsa, bu tasarrufun haram olduğuna hükmedilebilir. Ancak Sem´ bunun cevazına delalet ediyorsa bu takdirde haram olmaz.
Denirse ki:
Allah´ın, -tadlardan yoksun olarak yaratmaya da muktedir olduğu halde- o şeylerde tadlan ve zevki yaratmış olması, bizim onlardan yararlanmamızı istediğine delalet eder.
Deriz ki: ft fi5]
Eş´arîler ve Mutezilenin çoğunluğu o şeylerin, kendilerine kabiliyetli arazlardan yoksun olmasının imkansızlığı konusunda mutabıktırlar. Bu itiraz kabul edilse bile, tutarlı ve düzgün değildir. Belki de Allah onları, kendilerinden yararlanılsın için olmaksızın yaratmıştır. Hatta Allah alemi bütünüyle bir illet için olmayarak yaratmıştır. Yahut da belki Allah onları, -tıpkı, iştah duyulan çirkin şeylerin terkine karşılık sevab alındığı gibi- şehvete rağmen kaçınmanın sevabı idrak edilsin için yaratmıştır.
Şer´in vürudundan önce, fiilerin haramlık üzere bulunduğunu savunanların görüşlerinin (ashabu´1-hazr) butlanı daha açıktır. Zira bunların haramliğı ne aklın zarureti, ne de aklın delili ile bilinmektedir. Hazr´ın (haramhğin) anlamı, yapma tarafında bir zarar söz konusu olduğu için, terketme tarafını yapma tarafına tercih etmektir. Sem´ varid olmadığı ve akıl buna hükmedemediği halde, bu nereden bilinecektir! Hatta lezzetleri terketmek suretiyle acilen (dünyada) zarar da görebilecektir. Bu durumda fiilin terkedilmesi, yapılmasından nasıl daha evla (uygun) olacaktır!
Onların ´Bu, başkasının mülkünde, mülk sahibinin izni olmaksızın tasarrufta bulunmaktır ve bu çirkindir´ şeklindeki sözleri de tutarsızdır. Çünkü şayet, Şer´in haram kılması ve nehyetmesi olmasaydı ve bu konuda âdet hakem kılınmış olsaydı, biz bunun çirkin olacağını kabul etmezdik. Bu, mülkünde tasarrufta bulunulması sebebiyle zarar gören kimse hakkında çirkin olur. Aksine çirkin olan, zararsız şeylere engel olmaktır. Biz, çirkinliği idrakin hakikatinin, maksada aykırılığa raci olduğunu açıklamıştık. Bunun ise hakikati yoktur.
Kararsızların görüşüne gelince, eğer bunlar vakf (kararsızlık) derken, ?Hü-küm, Sem´in varid olmasına bağlıdır; şu anda hüküm yoktur´ şeklinde bir anlayışı murad ediyorlarsa sahihtir. Çünkü hükmün anlamı ´hitab´dır. Sem´in vürudundan Önce ise hitab yoktur. Eğer bununla ´Biz duraksıyoruz. O haram mıdır, mubah mıdır bilmiyoruz´ şeklinde bir anlayışı kastediyorlarsa, bu hatadır. Çünkü, biz biliyoruz ki, ne haramlık, ne ibaha vardır. Zira hanımlığın manası Allah´ın ?yapmayın´ sözü; îbahanın manası da Allah´ın ´isterseniz yapın, isterseniz terkedin´ sözüdür. Bunun hiç birisi varid olmamıştır.[5]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ahmed, V, 299
[2] Burada Gazali, ´cinayet1 sözüyle, hacc mevsiminde, kurban kesilmesini gerektirecek, yasak işlerden birini işlemiş olmayı; ´arkasından bir bedel gelmesi´ sözüyle de, hayvanların öldürülmesinin meşru bir zevke müstenîd olmasını kastediyor olsa gerektir
[3] Ebul-Kâsım Abdullah b. Ahmed b. Mahmud el-Ka´bîel-Belhî(ö. 319). Mu´lezile´nin büyüklerinden biridir. Birçok konuda aykın fikirleri vardır.
[4] Ali b. Abbas b. Cüreyc ö. 28
[5] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/73-88
Konular
- Mecellenin Kaldırılması
- Akidlerde İtibar Maksad ve Mânâyadır; Elfaz ve Mebâniye Değildir.
- Yakın Şüphe İle Zail Olmaz.
- Bir Şeyin Bulunduğu Hal Üzere Kalması Asıldır.
- Kadîm Kıdemi Üzere Terk Olunur
- Zarar Kadîm Olmaz
- Beraati Zimmet Asıldır
- Arızî Sıfatlarda Aslolan Ademdir
- Bir Zamanda Sabit Olan Şey..
- Yeni Meydana Gelen Bir Olayın ..
- Kelâmda Aslolan Mânâ-yı Hakîkîdir
- Sarahat Karşısında Delâlete İtibar Yoktur
- Mevrid-i Nasda İçtihada Mesağ Yoktur
- Kıyasa Aykırı Olarak Sabit Olan Şey ..
- İctihadla İctihad Nakz Olunmaz
- Meşakkat Kolaylığı Celbeder
- Bir İş Daralınca Genişlemeye Yüz Tutar
- Zarar Ve Mukabele-i Bizzarar Yoktur
- Zarar İzâle Olunur
- Zaruretler Mahzurlu Şeyleri Mubah Kılar
- Zaruretler Kendi Miktarınca Takdir Olunur
- Bir Özür İçin Caiz Olan Şey ..
- Mâni' Zail Oldukta Memnît Avdet Eder
- Bir Zarar Kendi Misliyle İzale Olunmaz
- Zararı Âmmı Defi' İçin Zararı Hass İhtiyar Olunur
- Madde 21 = Geçersiz sebeple yapılan feshin sonuçları
- İSLAM VE MODERN HUKUK KARŞILAŞTIRILMASIYLA CEZA HUKUKUNA VE KISASA KISA BİR BAKIŞ
- İSLAM'DA İNSAN HAKLARI
- OSMANLI'DA MECELLE VE FRANSIZ MEDENİ KANUNUNU TARTIŞMALARI
- DÜNYADA HUKUK EĞİTİMİ VE AVUKATLIK STAJI