Bazı kıyasları red ve defe müteallik mübahese yollan :

Bazı kıyasları red ve defe müteallik mübahese yollan :


479 - : îlmî meseleler hakkında muntazam bir usul dairesinde mübahesede bulunmak, hakikatin tecellisine hizmet eder. Mübahasele-rin usul ve âdabını göstermek üzere bizde bir ilm tedvin edilmiştir ki, buna «ilmi âdab», «ilmi münazere» adı verilmiştir. .

Bir meseleyi mücerred hikâye edip sıhhatini, ademi sıhhatini ilti­zam etmeyen kimseye «nâkil» denir, icabında o meseleyi nereden nakl ettiğini göstermekle mükellef olur, başka bir şey ile mükellef olmaz.

Bir meseleyi iltizam edip hakkında delîl irad eden kimseye de «müd-deî», «muallü» denilir. Bu meseleyi kabul etmeyen veya hilafım iddia eden kimseye de «sail» adı verilir.

Nâkil, muallil, sâil, mübahese, münazere, muareze, mümanaa, mü-nakaza, cedel, mükâbere, mugalâta gibi tabirler, ilmi âdaba mahsus ıs­tılahlar cümlesindendir. Bütün bunlar ilmi usulde ve bilhassa kıyas kıs­mında bahis mevzuu olmaktadır.

480 - : îlmi âdabı güzelce bilmeyenler, kelâm, hikmet, hılâfiyyat, usuli fikh ilimlerini lâyıkile anlayamazlar, ilmî surette mübahese ve mü­nazaraya kadir olamazlar.

îhni âdabda yazıldığı veçhile münazaraların bir takım âdabı var­dır. Ezcümle münazara açık, münekkah, faideli sözlerle yapılmalı, mü­bahese meclisinde sözü beyhude yere uzatıp durmamalıdır.

Münazara yapanlar, birbirinin sözünü iyice anlamadan redde kıyam etmemelidirler. Yalmz izhar-ı sevabı gaye bilmeli, sadedden harice çık­mamalı, birbirini ilzama çalışmam alıdırlar.

Münazırlar, birbirini hakir görmemeli, birbirine karşı hiddet etme­meli, gülmekten, çırpınmaktan, gürültü yapmaktan çekinmelidirler.

Mübaheseîer, güzel niyete mukarin olmalı, iki tarafın mütaleası, iti­razı, cevabı, müvecceh, yâni: ilmî, kabule şayan bir hâlde bulunmalı­dır.

Bir tarafın sözü, diğer tarafın sözüne mukabil daima ilmî bir su­rette, defa elverişli bir hâlde irad edilirse buna «tevcih» adı verilir. Mübahesede bulunanların sözlerini hariçten bir kimsenin keserek, mübaheseye karışması, yakışıksız bir harekettir, bundan kaçınmalıdır.

Münazara bir zatın riyaseti altında cereyan ederse o zat, tam bita­raf bulunmalı, hakikati takip etmeli, tarafların mübahese âdabına ria­yet etmesini temine çalışmalıdır.

481 -: Mübahese âdabına riayet etmeyip mücerred hasmını iskât ve ilzam için çalışan kimseye «mücadil» denir. Böyle bir kimsenin has­mım tağlit için fâsid surette irad ettiği delillere de «mugalata» adı veri­lir. Bu gibi hakkı kabul etmeyip beyhude yere mücadelede bulunan kim­seler ile mübahese faidesizdir. Bu gibi kimseler ile mübahese ve müna­kaşadan kaçınmalıdır.

Selefi salihîn, mücerred hakkın tecellisi için mübahesede bulunur­lar, ve nefislerine bir gurur gelmemesi için hakikatin muhasımları tara­fından tebarüz etmesini arzu ederler imiş.

Yâni: mertebesi noksan, mevkii dûn kimse ile mübahese eden her kâmil zat, kendisinin parlak, kıymetli gevheri şeref ve şanım sert bir taşa çarparak parçalamış olur. Binaenaleyh bu gibi kimseler ile müba-heseden sakınmalıdır.

482 -: Bir kısım fıkhı meselelerin delillerini, hükümlerini, hikme­ti teşriiyelerini beyan hususunda beynelfukaha hilaf yüz göstermiş, ara­larında ilmi âdab kavaidi dahilinde mübaneseler, mütalealar cereyan et­miştir. Ezcümle fukahayı kiramdan bir kısmının bazı meseleler hakkın­da kıyas yoliyle hüküm vermelerine karşı diğer bazı fukaha tarafından o meselelerde böyle bir kıyasın cereyan etmediği, onlarda birer illeti mü­essire bulunmadığı ileri sürülmüş, bu cihetle beynlerinde nakz, muma-naa, fesadı vaz, fesadı itibar, fark, muaraza, kavi bimucebü'ille denilen usul ve kavaid dairesinde mübahaseler carî olmuştur. Biz bunları sırasile muhtasarca izah edeceğiz.

483 -: Bif kıyasa itiraz, bazan «nakz» tarikile vukubulur.

Nakz, bir delilin gayri muayyen bir mukaddimesini iptalden ibaret­tir. Şöyle ki: iddia edilen bir kıyas hakkında şöylece bir itiraz varid ola­bilir; «Bu kıyas doğru değildir. Çünkü diğer bir mesele de ayni illet mev­cuttur, halbuki o meselede ayni hükm carî değildir. Bu hükmün böyle taftallüfü, muttariden carî olmaması, illet farz edilen vasfın bir illet ol­madığını göstermektedir. Binaenaleyh iddia edilen kıyas, batıldır. Zira bu babdaki delîl, bütün mukaddimeler ile sahih değildir. Eğer sahih ol­saydı öbür meselede ve benzerlerinde de hüküm tahalüf etmezdi.»

işte bu itiraz, bir nakzdır, bir nakzı icmalidir.

Böyle bir nakza karşı aşağıdaki dört vecihten birile cevap verile­bilir:

(1) : «Dermeyan edilen meselede kıyasa illet olan vasıf yoktur. Bi­naenaleyh o bir maddei nakz teşkil edemez, yâni: illet bulunduğu hâlde hÜKüm tahallüf ediyor» denilemez.

Meselâ : Hanefilerce iki sebilin gayrisinden de necasetin çıkması, abdestin bozulmasına illettir. Binaenaleyh elden, ayaktan çıkacak kan gibi bir necasetle de abdest bozulur.

Buna kargı Şafiîler tarafından şöyle bir nakz varid olmaktadır.

Herhangi bir uzuvdan bir necasetin baş göstermesi, meselâ kanın görülmesi hâlinde abdestin bozulmayacağına kail oluyorsunuz, burada da ayni illet mevcut, halbuki sizce ayni hüküm mevcut değil.

Buna cevaben Hanefiler tarafından da şöyle cevap veriliyor:

Hayır burada necaset çıkmış sayılmaz. Çünkü çıkmadan maksad, necasetin, içeri bir yerden dışarı bir yere intikâl etmesidir. Seyelân bu­lunmadığı takdirde ise bu intikâl bulunmamış olur. Binaenaleyh bir ya­ranın başında görülüp de etrafına dağılmayan bir kan veya irin, bu babda bizim iddiamız için bir nakz maddesi teşkil edemez.'

(2) : «Maddei nakz olarak gösterilen meselede kıyasa illet olan vasfın illiyetine sebeb olan mânâ, bulunmamaktadır, binaenaleyh o me­selede bu mânânın bulunmaması sebebile hükmün cereyan etmemesi kı­yasımız hakkında bir nakz maddesi teşkil edemez» denilir.

Meselâ: Hanefîlere göre abdestte yapılan meshte teslis, mesnun ol­madığı gibi başa meshde de teslis, mesnun değildir. Buna istinca mese-lesile itiraz edilmiş, «Taşlar ile yapılacak istinca da bir meshdir. Bun­da teslis, mesnun olduğu hâlde neden başa mesihde mesnun olmasın» denilmiş olmakla buna şöyle cevap verilmiştir;

Başa mesh, bir tathiri hükmîdir, bu gayri makul olup mücerred bir emri taabbüdîdir. Bunun için bunda teslis, mesnun değildir. İstinca-da ise bu mânâ, bu maksat mevcut değildir. O, bir maddî tathir olduğun dan onda teslis faidelidir. Binaenaleyh istinca meselesi, bir maddei nakz teşkil edemez.

(3) : «Maddei nakz olarak gösterilen meselede illeti kıyas, mevcut olduğu hâlde hükmün tahallüf ettiği iddiası memnudur. Ayni hüküm, o meselede de carî bulunmaktadır» denilir.

Meselâ:. Hanefiyeye göre namaza kalkmak isteyen kimsenin ön ve­ya arka cihetinden necasetin çıkması, abdest almanın vücubüne illettir Artık başka bir uzvundan necaset sayılan bir şeyin çıkmasile de bu vü-cub, tahakkuk eder.

Buna teyemmüm nıeselesile itiraz edilmiş, suyu istimale kudret bu­lunmadığı takdirde namaza kıyam eden kimseye kendisinden necaset çıktığı hâlde abdest vacib olmadığı bir maddei nakz olarak ileri sürül­müş olmakla şöylece cevap verilmiştir:

Su bulunmadığı takdirde necasetin çıkması hâlinde abdest icab et­meyeceği müsellem değildir. Belki bu hâlde de abdest vacibdir. Şu kadar var ki su bulunmadığı cihetle onun yerine teyemmüm kaim olmuştur. Binaenaleyh necasetin çıkması, suyu istimale kudret bulunmadığı tak­dirde de abdestin makamına kaim olan teyemmümün vücubüne illettir, hükümde tahailüf yoktur.

(4) : Müctehidin kıyasdan, talüden garazi beyan edilerek vaki olan nakzın ibtali cihetine gidilir. Şöyle ki: itiraza cevaben denilir ki: mücte­hidin bu kıyasdan maksadı, hükmü mueib olan mânâda asi ile fer'in —makisün aleyh ile makisin-arasım tesviyedir. Bu maksat ise hâsıl olmuştur. Nasıl ki, asi ile fer'de ayni illet mevcuttur, hükümde de böy­le mevcuttur. Nasıl ki bazan hükmün zuhuru fer'de teehhür eder, aslda da öylece teehhür eder. Herhalde aralarında tesviye mevcuttur. Artık nakza mahal yoktur.

Meselâ: Hanefilerce iki sebilden çıkan necasete kıyasen her hangi bir uzuvdan çıkan necasetin de abdesti bozacağına hükm edilmektedir. Buna itirazen: «Devam eden bir istihza hâlinde de necaset çıkmaktadır, Halbuki bu, abdesti bozmuyor.» denilmiş olmakla şöyle cevap verilmiş­tir:

Bunun abdesti bozmaması, bir Özre mebnîdir. Herhangi bir uzuv­dan böyle bir Özre mebni necasetin mütemadiyen çıkması da abdesti boz­maz. Bu hususta iki sebil ile sair uzuvlar arasında bir tesviye maksut­tur. Artık istihaza'bir nakz maddesi teşkil edemez. Burada hüküm mün-tefî değildir.

«Velhâsıl: dermeyan edilen bir nakz, bu dört vecihten birisile iptal edilirse talîl = kıyas tamam olmuş, itirazdan kurtulmuş olur. Ve illâ illet, bâtıl ve kıyas, gayri sakin bulunur.

Şunu da ilâve edelim ki, bir muallilin delilini iptal için nakızm irad edeceği delile «şahid» denir. Bir mesele hakkında «muallilin delili carî ise de münazeün fih olan hüküm mütehaliftir» diye irad edilen delile «şâhid» denildiği gibi, muallilin delili, içtimai nakizaynı veya devr veya teselsül gibi bir fesadı müstelzimdir» denilerek bu hususta irad edilen delile de «şâhid» denilir.

Birinci kıskın, yukarıda tasvir edilmiştir. îkinci kısma gelince bun­da da muallil, iltizam ettiği delilin içtimai nakizaynı ve muzir olan bir. devr ve teselsülü müstelzim bulunmadığını isbat ederse yaptığı kıyas iti­razdan kurtulur. Ve illâ sıhhatini gaib eder.

484 -: Bir kıyasa itiraz, bazan da mümaneat suretile olur.. Şöyle ki: muteriz, kıyasın mukaddimelerinden muayyen birini men eder. Kı­yasın şöylece dört mukaddimesi vardır:

(1) : Asıldaki vasf, hükme medar olan bir illet olmak,

(2) : Bu vasıf; asılda da, feri'de de mevcut olmak. .

(3) : Kıyastaki şerait mevcut olmak : Aslın muhtassun bühükm olmaması, hükmün bir hükmi şer'î olup mücerred bir hükmi aklî ol­maması gibi.

(4) : İlletin tesir gibi vasıfları mütehakkik olmak, tgte muteriz, bu mukaddimelerden birini men eder.

Meselâ: Birinci mukaddimeye itiraz ile der ki: zikr edilen vasfın illet olması veya illiyyete salih bulunması müsellem değildir.

Veya ikinci mukaddimeye itiraz ile der ki: evet. .zikr edilen vasfın bir illet olması müsellemdir. Fakat bunun, makisün aleyhte veya makis-de bulunduğu müsellem değildir. Veya üçüncü mukaddime hakkında der ki: zikredilen kıyasda talilin şeraiti mevcut değildir, bunda asi, muh­tassun bilhükmdür, bu hüküm başkasında carî olamaz. Halbuki aslın, muhtassun bilhükm olmaması lâzımdır. Yahut dördüncü mukaddimeyi men için der ki: bu kıyasda illet sanılan şey, iHiyyet vasıflarım hâiz de­ğildir. Meselâ: der ki: bu şey, bir illeti müessire değildir. Çünkü bu ille­tin eseri nas ile veya icma ile zahir bulunmamıştır.

«Muteriz, yalnız bir muayyen mukaddimeyi teslim etmeyip ona de­lil istemekle kalırsa buna «men'i mücerred» denir. Bu itirazını müeyyid bir söz ilâve, ederse buna da «men'i maassened» denilir. Muteriz, bazan senedin izah için bir söz daha ilâve eder ki buna da «tenviri sened» adı verilir. Velhâsıl kıyâsa böyle bir itiraz vuku bulunca muallil, mukaddi-mei memnuayı usulü dairesinde isbata çalışır. îsbat edemezse kıyas mu­teber olmaz.

485 -: Kıyas hakkında itiraz, bazan da fesadı vaz iddiasile olur. Fesadı vaz ise bir illetin üzerine kendisinin iktiza ettiği şeyin nakızı terettüp etmektir. Meselâ: Şâfiilere göre gayri muslini zevç ile zevceden birinin isîâmiyeti kabul etmesi, aralarında firkat vukuunu icab eder. Zevce, gayri medhulün biha ise hemen boş olur. Medhulün biha ise üç kur'dan = üç âdetten temizlendikten sonra mübane olur, hükme muh­taç olmaz.

Buna cevaben Hanefiyye tarafından deniliyor ki: islâm, firkati de­ğil, iltiyamî iktiza eder. Binaenaleyh islâm iftiraka illet olamaz. Böyle bir iddia, fesadı vaz'ı mucibdir, belki firkatin illeti, diğer tarafın badel-arz isîâmiyeti kabulden imtina etmesidir. Yoksa islâm, iltiyamî iktiza ederken üzerine firkati tertip etmek, fesadı vaz'den başka değildir.

Şunu da ilâve edelim ki, bir illetin tesiri nas veya icma ile sabit ol­duktan sonra artık onun hakkında fesadı vaz iddiasında bulunmak caiz olmaz.

486 -: Kıyasa itiraz, bazan da «fesadı itibar» yolile olur. Fesadı İtibar, müdeanın kıyasa mahalliyetini, hilâfına bir nas bulunduğundan dolayı men etmektir. Çünkü nas mukabilinde kıyasa itibar etmek bâtıl­dır.

Buna karşı ya iddia edilen nassın senedine ta'n edilmek suretiyle veya o nassm müevvel olup bu hususta bir delil olduğuna itiraz suretile veya o nassın diğer bir nas ile müteariz bulunduğunu iddia yolile cevab verilir.

487 - : Kıyasa itiraz, bazan da «fark» tarikile yapılır. Farkdan maksad, makisün aleyhte bulunup illiyette medhali olan bir vasfın ma-kiste bulunmadığım beyandan ibarettir.

Muteriz, demiş olur ki: makisdeki vasıf, bir illeti tamme değildir. Belki illeti tamme, o vasf ile başka bir şeyin mecmuundan ibarettir. Bu şey ise makiste mevcud değildir.

Bu tarik ile itiraz, ehli nazardan bir çoklarına göre makbuldür. Ma-amafih muallil, buna karşı diyebilir ki: bu itiraz, bir gasbdır. Çünkü bir vasfın illiyetini iddia eden muaîlildir. Sailin böyle br iddiaya kıyamı, «filân vasf illettir, filân vasf illet değildir» demesi, muallilin mansıbını gasb demektir. Sailin vazifesi ise yalnız defiden ibarettir. Şu kadar var ki, muallilin bu müdafaası, bir nizaı cedelî mahiyetindedir. Mübahesede mağlûp olmaması maksadına istinad eder, yoksa fark tariki de izhar sevaba hadim bir tariktir.

Muallil, şöyle de kendisini müdafaa edebilir. -Dermeyan edilen fark, kıyasa zarar vermez. Kıyasdaki illet, asi ile fer' arasında müşterek, hük-"mü müstelzim bir vasıftır. Bu illetin aslda başka bir vasf ile içtimai. onun sabit olan illiyetine bir mâni teşkil etmez,

Muteriz, buna karşı illetin fer'de illiyetine mâni bir şey bulunduğu­nu isbat ederse bu, kıyasa muzır, müteveccih bîr def olmuş olur.

488 -: Kıyasa itiraz, bazan da muaraza tarikile olur. Şöyle ki: mu­teriz. müddeinin delilini red etmemekle beraber iddia edilen şeyin naki-zine kendisince başka bir delil bulunduğunu dermeyan eder. Bu muara­za, hem hükümde, hem de illette carî olabilir.

Meselâ: muteriz, kıyasla matlûp olan hükmün nakizine başka bir delil ikame eder ki, buna «muaraza filhükm» denir. Veya muteriz kıyas­daki illetin mukaddimelerinden, şeraitinden birinin bulunmadığına veya illetin malûl, malûlün ilet olduğuna bir delil ikame eder. Buna da «-mu­araza fiimükaddime» denilir.

Bir de muarız, müddeinin delilini hiç nazara almaksızın hilâfına baş­ka bir delil ikame ederse bu, bir «muarazai halise» olmuş olur. Ve eğer müddeinin delilini, velev ki, ona takrir, tefsir tarikile bazı şeyler ilâve-sile olsun müddeinin aleyhine bir delil olarak kullanılırsa bu da kendi­sinde münakaza mânâsı bulunan bir muaraza adını alır. Ve eğer muarız, müddeinin ayni delilini onun iddia ettiği hükmün tam nakizine bir de­lil olarak ikame ederse bu vecihle muarazaya da «kalb» adı verilir.

Meselâ: bir Şafiî: «Başa mesh etmek abdestte bir rükündür, bina­enaleyh abdestte bir rükün olan yüzü yıkamak gibi bunun da teslisi mesnundur» diyip bir Hanefî de: «Evet., başa mesh etmek bir rükün­dür. Fakat bir rükünde badelikmal teslis carî değildir. Şöyle ki: yüz, üç kere yıkanırsa yıkanması ikmâl edilmiş olur. Artık bu ikmâlden sonra teslis, mesnun değildir. Başı da farz mikdardan ziyade olarak istiab -kablama suretiyle bir kere mesh edilince mestti ikmâl edilmiş olur. Ar­tık bu ikmâlden sonra teslisi mesnun olmaz.

Ve eğer muarız, müddetinin delilini onun beyan ettiği hükmün tam nakizine delil olarak değil de, o hükmün nakizini müstelzira olan başka bir hükme delîl olarak ikame ederse buna da «aks» adı verilir.

Meselâ: Şâfillere göre nafile namaz bir ibadettir. Bu namaz fasid olunca İtmamı icab etmez. Binaenaleyh başlanıldıktan sonra terk edil-mesile de kazası lâzım gelmez, abdestte olduğu gibi.

Buna karşı Hanefîler tarafından deniliyor ki: nafile namaz, abdest gibi olunca bu namaz da nezr ile suru, yâni: buna başlamak, abdestte olduğu gibi müsavi olmak lâzım gelir. Şöyle ki: ya her ikisi de nezr ile ve şüru ile vacib olmalı, veya vacib olmamalı. Halbuki namazın vacib ol­maması bâtıldır. Çünkü namaz nezr ile bilittifak vacib olur. O hâlde namazın nezr ile olduğu gibi şurû ile de vacib olması taayyün etmiş olur.

tşte Hanefîler, bu meselede Şafiîlerin bu babdaki deliline istinaden nezr ile şurû hakkında müsavatın vücubunu isbat etmişlerdir. Bu ise vakıa başka bir hükümdür, fakat, Şafiîlerin iltizam ettikleri hükmün na­kizini müstelzim bulunmuştur.

Kezalik: Şafiîlere göre bir zimmî, bikr olduğu hâlde zinada bulunsa hakkında had olarak yüz celde lâzım gelir. Artık zina eden bîr zimmî, seyyib olunca da müslümanlar gibi zinadan dolayı reem olunur. Çünkü yüz celde, bikr hakkındaki haddin gayesidir. Recm de seyyib hakkında­ki haddin gayesidir. Bikrde haddin son derecesi vacib olunca seyyib hak­kında da bu haddin son mertebesi vacib olur.

Hanefîler ise bu delili aks ederek diyorlar ki: müslüman bir bikrin hakkında yüz celdenin vücubu, müslüman olan bir seyyibin hakkında reemin vücubünden dolayıdır. Çünkü seyyib olmak, cezanın teşdidini, bikr hâli de tahfifini müstelzimdir.

Görülüyor ki, Şafiîler, bikr hakkındaki celdeyi se-yyib hakkındaki recine illet ittihaz ettikleri hâlde Hanefîler, bilâkis seyyib hakkındaki recmi bikr hakkındaki celdeye illet göstermektedirler.

«Velhâsıl: muarızın delili, muallilin delilinin hem sureten hem de maddeten ayni olursa «muaraza bilkalb» olur. Bilâkis hem sureten hem de maddeten gayri olursa «muaraza bilgayr» olur. Yalnız sureten ayni olursa «muaraza bilmişi» olur.

«Mantıkta beyan olunduğu üzere iki delil arasında sureten ayniy-yet, kıyası iktiranilerde şekillerinin bir olmasile, yâni: her birinin ayni şekilden'olmasile; kıyası istisnaîlerde de her birinin müstakim veya gay­ri müstakim buhmmasüe olur. Maddeten ayniyyet de kıyası iktiranîler-de haddi vasatların, kıyası istisnaîlerde de mükerrer cüzlerin müttehid bulunmasile husule gelir.

489 -: Kıyasa itiraz vecihlerinden biri de «mucebi illete kail ol­mamak» tarikidir. Şöyle ki: muteriz, muallilin talilile isbat ettiği hük­mü iltizam eder, bununla beraber asi münazeün fih olan hükümde hilaf baki bulunmuş olur. Yâni: muteriz der ki: «Evet., bu isbat ettiğin hü­küm, doğrudur. Fakat bizim münazaada bulunduğumuz asi hükmi kı­yas bu değildir. Bu mucebi illete kail olmamak, üç vecîhle vaki olabilir.

(1) : MuaJlil, talilile mahallî niza veya mahallî nizaın mülâzimi ol­duğunu zan ettiği bir hükmü isbat eder. Halbuki o hükm, mahalli niza veya onun mülâzimi bulunmamış olur.

(2) : Muallil, talilile hasmının me'hazi olduğunu tevehhüm ettiği bir'|eyi ibtal eder. Halbuki o şey, hasmının me'hazi, medarı hükmü bu­lunmaz.

Meselâ: Sirkatten dolayı Şâfülerce hem had, hem de zaman lâzım gelir. Hanefîlerce ise had yapılınca artık zaman lâzım gelmez.

Bu mesele hakkında Şâfiîler, diyorlar ki: «Sirkat başkasının malım ibahe itikadı ve te'vil bulunmaksızın ahz etmektir. Binaenaleyh gasb gi­bi tazmini lâzım gelir. Madem ki gasb zamanı mucibdir, Hanefiyye de buna kaildir, artık onun gibi olan sirkat de zamanı mucib olur.»

Hanefîler de buna cevaben diyorlar ki: «Evet., gasb zamanı mucib­dir. Fakat gasbdan ibra, zamanı iskat edeceği gibi sirkatten dolayı had istifası da ibra mesabesinde olup zamanı iskat eder. Artık had ile zaman içtima edemez. Yoksa niza mahalli, zamanın lüzumu veya ademi lüzumu meselesi değildir.

(3) : Muallil, irad ettiği delilde bir mukaddimeyi zikr ettiği hâlde diğer bir mukaddimeyi şöhretine mebni zikr etmeyip ondan sükût eder. Saiî ise zikr edilen mukaddimeyi teslim edip meskûtün anha olan mu­kaddimeyi teslim etmemekle aralarında niza baki kalır.

490 -: Bir kıyas hakkında -yukarıda yazıldığı üzere -yedi ve-cihden birile defi, vaki olunca kıyası iltizam eden tarafın başka bir kelâma intikali taayyün eder. Şöyle ki:

(1) : Ya- evvelki illeti isbat için bir illetten diğer bir illete intikal eder.

(2) : Veya evvelki hükmü isbat için bir illetten = delilden diğer bir illete, delile intikal eder.

(3) : Veya evvelki hükmün muhtaç olduğu diğer bir hükmü ispat için bir illetten diğer bir illete intikal eder.

(4) : Veyahut ilk illet ile evvelki hükmü isbat için bu hükümden onun muhtaç olduğu diğer bir hükme intikal eder.

Bu dört vecihten üçü bilittifak sahihtir. Yalnız ikinci vecihte, ya­ni: bir hükmü isbat için bir illetten, bir delilden diğer bir illete, diğer bir delile intikalin sıhhatinde ihtilâf vardır. Bazıları bunu caiz görme­mişlerdir. Evvelki delîl, müddeâyi isbata kâfi iken ba§ka delile inti­kale ne lüzum var?.

Bu hüküm, birinci delil ile isbat edilmeyince bu, münazara il-mince «inkıta» sayılır.

Fakat diğer zatlara göre maksat, dâvayı isbattır. Herhangi deîîl ile olursa olsun zarar vermez, bahusus ikinci bir delîl daha vazıh olur­sa. Bunun sıhhatine, memduhiyetine Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) in Kur'anıkerimde zikr edilen tarzı istidlali de şahadet eder.

Şöyle ki: Hazreti İbrahim, Firavuna karşı vahdaniyeti ilâhiyeyi iddia etmiş ve delîl olarak : Rabbim o zattır ki diriltir, ve öldürür) demiştir. Firavun ise mugalâta yoluna saparak : ben de diriltir ve öldürürüm) diye muaraza edince Hazreti Halil, diğer bir delile intikal ederek : = şüphe yok ki Allahütealâ güneşi şarktan getirir..) demiş, Firavun da mebhut kalmıştır. Halbuki Hazreti İbrahimin, birinci deliline Fi­ravun hakikî bir mukabelede bulunmuş değildi. Haîilullahın ayni delili ay­ni müddeasım isbata kâfi idi. Fakat Hazreti İbrahim, dâvasını her tür-. îü iştibahdan berî, parlak bir delîl ile isbat için bu ikinci delîle intikal et­mişti. Haktealâ hazretleri de bu hâdiseyi Hazreti Ibrahimden temeddün tarikile hikâye buyuruyor. Binaenaleyh bu intikalin de sahih olacağı aşi­kârdır. [30]